O günü, dünkü bir vak’a gibi, bütün canlılığıyla, pek yakından hatırlarım: Büyük merasim salonu bayraklarla süslenmişti. Biz talebe elbisesini son defa giyinmiş ve bu salonda sıra sıra yerlerimizi almıştık. Hazırlık kıtası ve mektep devresi olarak, ihtiyat zabit mektebinde geçirdiğimiz bir sene, şimdi yapılacak merasimle sona ermiş olacaktı.
İçimde hem sevinç, hem üzüntü vardı. Zabit olacağım için seviniyordum, fakat buna mukabil, askerlik arkadaşlarımdan belki ilelebet ayrı düşecektim. Hem öyle arkadaşlar ki… Hemen hepsine karşı, hiç şüphesiz, öz kardeşime duyduğum hislerle bağlı idim. Halbuki askerlik arkadaşlarım, ne çocukluk, ne tahsil, ne iş arkadaşlarımdı. Her biri ayrı bir vilayetten, ayrı işlerden, dağınık yerlerden gelmişlerdi. Pek çoğunun yüzünü ilk defa kışlada görmüş, seslerini asker şarkıları söylerlerken işitmiş, hareketlerini talimlerde öğrenmiştim. Fakat müşterek hayat bizi birbirimize öylesine yaklaştırmış, birleştirmiş, bir vücut haline getirmişti ki, umumî hayat içinde insan ‘bu yakınlığı kırk yılda bile elde edemez. Gerçi liselerde, bazı yatılı yüksek mekteplerde talebe uzun seneler beraber yaşamış olabilir. Fakat çocukluk ve tahsil çağları hodbinlikle doludur. Mümkün değil, bu yakınlığı temin etmez!
Fakat biz öyle miyiz ya?.. İçimizde her sınıftan, her meslekten arkadaş var: Necdet bir kazada kaymakamdı, Ferit felsefe muallimi, Necmi sulh hâkimi, Hakkı bankada memur, Muhlis diş tabibi, Ahmet köy muallimi, Naci savcı idi. Hepimiz hayata atılmış, birer meslek edinmiş, pişmiş, olgunlaşmış kimselerdik. Hiç birimizde hodbinlikten eser yoktu. Kim için ve ne için hodbin olacaktık.
Salondaki sıramızdan göz ucuyla arkadaşlarıma bakıyorum; tabiî zabitlik devresinde bizi başka başka kıtalara vereceklerdi. Ondan sonra terhis olunup eski işlerimizin başına dönecektik. Necdet kazadaki vazifesine gidecek, Ferit tekrar felsefe okutmaya başlayacak, Necmi davalarına bakacak, hasılı herkes birer tarafa dağılacaktı. Memleket, Anadolu, geniştir, bir daha birbirimizi nasıl görebileceğiz?
Bu düşüncelerle ağlayacak gibi oluyorum. Arkadaşlarımdan ayrılmak istemiyorum. Hepsiyle acı, tatlı birçok hatıralarımız var. Bu hatıralara ne kadar bağlı olduğumu, şu dakikada ne kuvvetli surette anlıyorum.
Bu his yalnız bana mahsus değil. Lütfü’nün demin konuşurken gözleri doluyordu, İhsan çok konuştuğu halde, ayrılacağımızdan hiç bahsetmiyor. Sait’le Raif, ille benimle beraber bir şehirde çalışmak istediklerini söylemişlerdi. Bunun için uğraşacaklardı. Arkadaşlardan ikisi ile, üçü ile de olsa, bir yerde günler ne hoş geçebilirdi. Gündüzün işlerimizle uğraşır, geceleri ve tatil günleri buluşurduk. Buradaki asker sigarasına mukabil, o zaman pahalı sigaralar alır, karşılıklı tüttürür, gel keyfim gel… Kim bilir neler, neler konuşurduk.
Bu ne iyi olurdu, ne iyi! Fakat acaba üçümüz bir yerde birleşebilir miyiz? Üçümüz de ayrı ayrı vekâletlerin emrinde idik. Vazifelerimizi öyle denk getirip bir araya toplamak kolay değildi. Fakat bu bir ümitti, şimdilik nikbin olmak icap ediyordu.
Beni daldığım hayalattan kumandanın gür sesi uyandırdı. Kumandan sert, keskin ve kat’i ifadelerle, bundan sonraki hayatımız için bizlere emirler veriyor ve muvaffakiyet temenni ediyordu.
Kumandana istihkâm bölüğünden bir arkadaş cevap verdi. Sözlerinin bir yerinde dedi ki:
- – Gerçi buradan ayrılıyoruz. Fakat araları geniş açılmış birer «Avcı hattı» halinde birbirimizle bağlılığımızı daima muhafaza edeceğiz.
İçime su serpildi. Bu avcı hattının çizgisi içinde kaldıkça askerlik arkadaşlarıma daima yakın olacağım.
Şimdi Necdet şark vilâyetlerinden birinde bir kaza kaymakamıdır. Ferit bir lisede felsefe okutuyor, Necmi sulh hâkimidir, Hakkı inhisarlarda bir vazife aldı, askerlik arkadaşlarımın kimi Sivas’tadır, kimi Bursa’da, kimi Kayseri’de, kimi Antalya’da, kimi Ankara’da.. İzmir’de, Adana’da, İstanbul’da, Samsun’da, ilah… Fakat hepsi de birer avcı hattı halinde birbirine bağlı.
Bir aralık Muhlis’in Ankara’ya geldiğini haber aldım, derhal ziyaretine koştum. Bana pahalı sigaralar ikram etti, kahve ısmarladı. Ve sonra hep askerlik arkadaşlarını konuştuk.
Köy muallimi Ahmet, askerlikten dönünce köyüne bir radyo getirtmiş, köylüleri radyonun başına toplayıp Ankara’da ve İstanbul’da verilen konferansları dinletiyormuş. savcı Naci, bulunduğu yerin hapishanesinde bir kurs açmış, okuma bilmeyen bütün mahkûmlara okuma yazma öğretmiş. Maden mühendisi İsmail, yeni bir krom madeninde çalışıyormuş. İlah… İlah…
Dedim ki :
- – Yahu, Ali işinden çıkmış, ona bir iş bulsak bari!
Muhlis :
- – Evet, dedi, bana mektup yazmıştı. Ben de bir arkadaşıma tavsiye ettim. Müsterih ol. Bir müesseseye yerleşti.
Sonra bana soyadını ne aldığımı sordu.
- – Kunt, dedim.
- – Ben daha almamıştım, dedi. Bari ben de «u»nun üstüne iki nokta koyarak «Künt» alayım. Soyadlarının manalı olması şart değil ya.. Yeter ki sana yakın olayım!
Şu askerlik arkadaşlığı gibi dünyada hiç bir arkadaşlık yoktur.
Muhlis, bana :
- – Evlendin mi? dedi.
- – Evet, evlendim.
- – Kiminle?
- – Piyade bölüğünden Fikri’nin kız kardeşiyle..
- – Ya. Oh oh. Pek memnun oldum. Tebrik ederim. Oturup birkaç arkadaşa müşterek
imza ile mektup yazdık, içlerine resim koyduk.
Gece Muhlis’i istasyonda yolcu ettim. Sait’le Raif’e gelince: Tabiî üçümüz bir yerde iş alamadık. Şimdi biri Kars’ta, öbürü Eskişehir’dedir.
Gerçi birbirimizden ayrıyız, fakat araları geniş açılmış birer «avcı hattı» gibi, birbirimize bağlıyız!..
(Talkınla, Salkım, İstanbul 1937, s. 108-113.)
DİŞ HEKİMİ MULİS KÜNT BENİM BABAM.RUHU ŞADOLSUN.