İşte güneş yine çıkmıştı. Soğuk kış günlerinde, güneşin bulutların arasından kendini göstermesi, kapanıp kaldığı odadan kısa bir müddet için de olsa kurtulması bakımından büyük bir fırsattı. Sandalyesini merdiven altından çıkardı, bahçeye taşıdı ve güneşi iyice görebileceği bir yere koydu. Oturdu. Elini siper ederek ve gözlerini kırpıştırarak bir an güneşe baktı. Bakışlarını karşı dağa, dağın yamacına aralıklarla serpilmiş köylere çevirdi. “Dizlerim tutmasa da gözlerimin feri var, çok şükür” diye düşündü. Huzurlu ve mutlu olmanın verdiği rahatlıkla sandalyesine iyice yerleşti.
Kış ortasında, bahardan kalma bir günü yakalamıştı. Yetmiş yıl ömür sürdüğü, babadan kalma hanay evinin bahçesinde, torunlarının evden gelen gürültülerini, gelinin onlarla çekişmesini dinleyerek oturmak ona huzur veriyordu. O sesler, ihtiyarlıkta insanı saran yalnızlık duygusundan kurtulmayı sağlıyor; yaşadığını o seslerle anlıyordu. Sıcak yuva, sıcak yemek; oğuldan, gelinden, torunlardan sevgi, saygı, güler yüz…
-Üşüyeceksin baba…
Gelini, evin hayatından sesleniyordu. Duydu, duymazlıktan geldi. İşte bu tür ilgilerdi onu hayata bağlayan.
-Baba, üşüyeceksin, güneşe aldanma!
Paltosunun önünü kavuşturarak cevap verdi.
-Sağol kızım, üşümüyorum. Güneş güzel, esinti yok… Ben az sonra gelirim.
-Sen bilirsin. Çay demliyorum. İstersen oraya da getirebilirim.
-Sen zahmet etme, ben gelirim.
Bu gelin bir başkaydı. Ellerin gelinlerine benzemiyordu. Bir defa olsun saygıda kusur etmemişti. Bıkkın ve bezgin tek bakışını, davranışını görmemişti.
-Merhaba hazır yiyici!
Köyün marangozu Durmuş, yoldan sesleniyordu. Elinde, alet torbası vardı. İhtiyarın canı sıkıldı. Güneşin sıcaklığı ve gelinin ilgisi ile mutluluğu tam yakalamışken, şimdi bu uğursuzu görmek… Yüzünü buruşturdu.
-Merhaba geveze! İşe mi gidiyorsun?
-Evet usta. Sen otur bakalım. Ekmek elden, su gölden…
İhtiyarın Durmuş’u sevmemekte hakkı vardı. O, köyde ahlâksız, geveze biri olarak bilinirdi. Durmuş’un ahlâksızlıkları ile ilgili birçok lâf onun da kulağına gelmişti. Çıkıştı.
-Durmuş, söyletme beni! Tam elli yıl, bu köyün ve çevre köylerin baltası, nacağı, tırmığı benim elimden çıktı. Elli yıl bu, dile kolay… Ne demek, “ekmek elden?” Ekmek oğlumdan… Ben, yetiştirdiğim ağacın gölgesinde oturuyorum.
Durmuş sırıttı.
-Sağlık olsun Fahri Usta, dedi. Hiç merak etme. Oğlun bakmazsa ben bakarım. Bu köye çok emeğin geçti. Haydi eyvallah…
Durmuş, az ileride Kâmile kadının evine doğru yürüdü. Kâmile kadın, bir yıl önce, -kocası yakalandığı kötü bir hastalıktan kurtulamayıp vefat edince- dul kalmıştı. Gelinlik çağdaki kızı ile birlikte yaşıyordu. Rahmetlik, yıkılmaya yüz tutmuş eski evinden kurtulmak; iki odalı, küçük, beton örtülü bir ev yapmak istemişti. Ancak ömrü, tamamlamaya yetmemişti. Sıra doğramalarının takılmasına, rabıtalarının çakılmasına gelince öteki dünyaya göçüp gitmişti. Ev, bir yıldır öylece duruyordu. Kâmile kadın, ancak bir yıl sonra, evi tamamlatacak gücü bulabilmişti kendinde. “Ömrünü köhne evde geçirdi Kâmilecik” diye söylendi Fahri Usta, “artık kadıncağız yeni evinde rahat etsin.”
Fahri Usta, komşu evleri seyrettikçe her evin yaşayanlarını ve ölmüşlerini, onlarla kendi arasındaki anıları birer birer hatırlıyordu. Köyde, kendi yaşında iki-üç kişi kalmıştı. Bir ayağı çukurda olmanın burukluğunu yaşadı bir müddet fakat üzerinde durmadı.
Gözü yeniden Kâmile kadının evine doğru kaydı. Kâmilecik, marangoza yardım ediyordu. Birlikte, bir pencerenin kasasını yerleştiriyorlardı. Fahri Usta, o anda irkildi; gördüklerine ve gözlerine inanamadı. Marangoz, Kâmile’nin elini tutuyordu. Kasayı yerleştirmiş, fakat kadının elini bırakmamıştı. Kâmile’ye dikkat etti. Kadın, hâlinden memnun bir tavır içindeydi; elini çekmeye yanaşmıyordu. “Fesubhanallah” diye mırıldandı, “vay gâvur Durmuş vay, dul kadının adını çıkaracak…”
Fahri Usta, bakışlarını başka taraflara çevirdiyse de gözleri yine o tarafa kayıyordu. Marangoz ile kadın, diğer pencerenin kasasını da gülüşerek taktılar. İhtiyarın canı sıkıldı. Güneşin, dinlenmenin tadı kalmamıştı. İmdadına gelini yetişti.
-Baba, çay demlendi. Getireyim mi, evde mi içeceksin?
-Geliyorum kızım.
Kalktı, sandalyesini merdiven altına taşıdı. İkinci kata çıkan tahta basamakları ağır ağır çıktı.
O gün ve daha sonraki günler, gözü hep Kâmile kadının evinde oldu. Bakışları ister istemez oraya çevriliyor, evli-barklı marangoz ile dul kadının fingirdeşmesine şahit oluyordu.
Bir akşam, oğlu kahvehaneden dönmüştü. Öyle, erkenden eve gelenlerden değildi o. Okey denen oyuna alışmış, geceleri saatlerce o oyunu oynar olmuştu. Bir-iki defa ikaz etmek istemişse de, “Bizimkisi fayans işçiliği baba, taş döşüyoruz” cevabıyla karşılaşmıştı. Oğlunun tek kusuru, bu oyundu. İçkisi, sigarası yoktu. Bu sebeple sonraki günlerde hiç üzerine gitmedi.
O akşam takıldı.
-Fayans işçisi, döşenecek taş mı kalmadı?
-Murat’a canım sıkıldı, dedi oğlu. O sebeple erken geldim. Bir belâ bulmamak için… Adam köyde arkalı ya, içip içip ona buna sataşıyor. Yollar çamur içinde, çeşmeler bozuk, elektrik kör lâmbanın ışığından farksız… Köye bakılmıyor, muhalif kim varsa ona sataşılıyor. Bana da sataşıyorlar.
Fahri Usta, “lâ havle” çekti.
-Canını sıkma oğlum, dedi. Sen kendi işine bak. Kahvede fazla eğlenme. Murat’ın bulunduğu yerlerden uzak dur.
Oğlunun sıkıntısı bu sözlerle geçecek değildi elbette. O bir taraftan eline tutuşturulan bardaktaki çayı karıştırıyor diğer taraftan öfke dolu söyleniyordu.
-Adam, çeyrek asırdır köye hâkim. Köyün başına belâ. Ellerin köyleri bütün dertlerini bir bir hallederken biz çamurun, tozun, susuzluğun, karanlığın, huzursuzluğun içindeyiz. Adam, köy kooperatifinin paralarını yedi; kimseden çıt yok. Devlet dairelerinden gelen hizmetleri yakınlarına aktarıyor. Hırsızlığını duydun mu baba, hırsızlığını?
-Duydum, dedi Fahri Usta. Kardeşi, şehirdeki inşaat alanlarından demir çalarken yakalanmış hem de Murat’ın kamyonu ile… Mahkemesi devam ediyormuş.
Oğlu, çayından bir iri yudum daha aldıktan sonra henüz sürmekte olan öfkesiyle dopdolu konuştu.
-Adam, belinde silah, elinde kadeh… Bir gün, birinin elinde kalacak veya bir masumun kanını akıtacak.
Fahri Usta diyecek söz bulamıyordu. Oğlu yerden göğe kadar haklıydı. Bu Murat, köyün kamburu idi. Ona, biri veya birileri “dur” demeliydi. Fakat kim, ne zaman?..
-Sabret oğlum, dedi. Allah büyüktür, Allah büyüktür…
***
Fahri Usta, soğuk günlerde pencere kenarındaki sedirden dışarıyı seyrederek vakit geçirmeye çalışıyordu. Yine sedirdeydi. İşte, Kâmile kadın evinden çıkmış köyün öte başındaki kız kardeşine gidiyordu. “Salak kadın” diye söylendi, “edebinle oturmasını bilemedin.” Kadının gözden kaybolmasından az sonra, Marangoz Durmuş, Kâmile kadının evine doğru geçti. İki odalı, o küçücük evin doğrama işleri, rabıtaların çakılması, iki haftadır bir türlü bitmek bilmiyordu. Oysa iki, bilemedin üç günlük iş vardı orada. Kâmile kadının kızı, elinde çaydanlıkla eski binadan yeni eve geçti. Fahri Usta, “Bu ahlaksız, kıza bir zarar vermese bari” diye temennide bulundu. Arada sırada kızla usta pencerede, birlikte görünüyorlardı. Dikkat etti, Durmuş’un elleri kızın saçlarında, yanaklarında geziniyordu. Fahri Usta irkildi. Fesübhanallah… Kızı da kirletecek namussuz” dedi.
Kirletmişti de… Kâmile kadının evinin doğrama işleri nihayet bitmiş, o süre içinde ana-kız, her ikisi de Durmuş ahlâksızının pençesine düşmüşlerdi. Bu durumu, bir akşam yemeği sonrasında gelini anlatmıştı, kızara bozara… Oğlu yine öfkelendi. Bereket okuyarak sofradan kalktıktan sonra elini yıkamaya giderken evi sarsan adımlarla yürüdü ve aynı şiddetle konuştu.
-Bir tarafta Murat, diğer tarafta da böyle bir edepsiz… Köyde bilmeyen, duymayan kalmadı. Kim cezasını verecek bunların?
Fahri Usta korktu. Oğlu, öbür odadaki tüfeği kapıp da yürüyüverecek; Murat’ın da, Durmuş’un da alınlarına domuz kurşunlarını sıkıverecek gibiydi.
-Sabret oğlum, dedi, sabret…
Allah büyüktür…
*•*
Bir gün, Murat yine kafayı çekmişti. Köy kahvehanesinde hem rakı kokusunu hem de küfürlerini savurarak efeleniyordu.
-Beni sevmeyenler var, istemeyenler var, çekemeyenler var… Fakat onlar üç-beş kişi… Benim arkamda koca köy var. On defa seçim yapılsa her seferinde benim istediğim adam muhtar seçilir…
Kahvehaneden birkaç kişi, kısa aralıklarla kalkıp gitti. İki masada okey oynayanlar ve oyun seyreden birkaç kişi kaldı. Onlar da oyunu bırakmış gibiydiler. Durmuş, bir masanın köşesinde oyun seyrediyordu. O, Murat’ın akrabasıydı, onun adamıydı. Murat’ın sözleri ve küfürleri karşısında muhaliflerin kızarıp bozarmalarını zevkle seyrediyordu. Murat devam etti.
-Bana hırsız diyorlarmış… Kimin nesini çalmışım ha? Kimler, bana iftira ederek arkamdan konuşanlar? Erkek olan çıkar ortaya, yüzüme karşı söyler!
Murat, oturduğu yerden kalktı, belindeki silahı çekti ve Durmuş’un oyun seyretmekte olduğu masaya doğru yürüdü. Masadakiler oyunu bıraktılar. Murat’ın hedefi belli olmuştu, Halil’di bu… Murat, sendeleyerek yürüdü, sol eliyle Halil’in yakasını tuttu.
-Sen bana hırsız demişsin…
Halil, sandalyesini geriye iterek kalktı. “Evet, dedim, sen hırsızsın” dese, kurşunu yiyecekti. Vururdu bu sarhoş… “Hayır demedim” dese söz dinletemezdi. Yakasını kurtardı. Murat bir nara attı.
-Bana hırsız diyenin…
Küfürleri birbiri ardınca sıraladı. Oyun başındakiler donup kalmışlardı. Halil, nihayet patladı.
-Yeter be, çekil başımdan!
Murat’ı bağrından tutarak itti. Maksadı onu başından uzaklaştırmak ve kahvehaneden çıkıp gitmekti. Murat sendeledi, silahını Halil’den yana doğrultmaya çalışarak tetiğe bastı. Tabancanın sesi ve arkasından “yandım!” diyen bir çığlık kahvehaneyi inletti. Murat’ın tabancasından çıkan kurşun gitmiş, taa Durmuş’un kalbini bulmuştu. Marangoz oraya yığılıp kaldı.
Olay çevrede hemen duyuldu. Fahri Usta’nın kulağına geldi. O, köylülerinin aksine, haberi alınca şaşırmamıştı. Düşündü… Ahlaksız Durmuş, hem dul bir kadını hem de kızını kirletmişti; cezasını bulması gerekiyordu. Murat, köyün ve köylünün başına bir zorba kesilmişti. O da cezasını bulması gereken biriydi. İki zalim, iki ahlaksız, aynı anda cezalandırılmışlardı hem de bir başka masumun canını yakmadan. Biri mezara, diğeri hapishaneye gidecekti.
-Allah büyük dedi. Allah büyük…