Karanfilli Kavga – Fatma Karabıyık Barbarosmanoğlu

Benden bana hep hasretler kaldı…
Mevsimlerin de kendine has bir dili var. Uzun yaz ikindilerinin dili en şair olanı. Susturulamaz mısralar gönderiyor içeriye. Oysa oda dağınık. Tek bir mısra için bile ne odada ne de benim zihnimde bir yer var. Eşyalar iğreti bir şekilde durdukları köşelerde, sahibi olacakları mekânların rüyasını görüyorlar. Odanın dağınıklığından zihnimin dağınıklığına giden bir yol. Eşyaları görmemek için yerdeki mozayiğe bakıyorum. Kim bilir kimlerin hikâyesini zorla dinlemeğe mahkûm edildi de yorgunluktan karardı taşlar. O kararmış çehrenin altında yine de, bir sürü büyülü şekilcik duruyor. Bin bir mana kazanabilecek şekilciklere baktıkça, hatıralarım ve özlemlerim muhafazaya alınmış oldukları bilmem hangi günün sayfaları arasından, mozayiğin keskin çizgileri arasına giriveriyorlar. Hatıralarımı yerleştikleri yerden kovmaya kıyamıyorum ama onların varlıklarıyla da yalnızlığımın arttığını hissediyorum. Yaşamış olduklarımı, mozayiğin serin zeminine bırakıp pencereye koşuyorum. Beyhude bir ümit camlardan fırlayıp kaçıyor. Burada da pencerelerin bana verebileceği fazla bir şey yok. Gri lojman duvarlarının çevrelediği, birbirine benzer hayatlar. En mahrem olanı bile sana bırakmamaya kararlı küçük tecessüsler… Kim bilir kaç yaz ikindisi yaşayacağım, benim gönlümü kendi zenginliği içinde eritecek bir dostun özlemiyle.
Hasretten ve hatıraların öldüresiye mahsur bırakan havasından nefes alamaz ve yaşadığımı idrak edemez bir haldeyim. Hasretim öylesine inanılmaz noktalara vardı ki… Beynim bugünü protesto eder gibi sürekli dünün kıvrımlarında dolaşıyor.
Hasretleri doyuran sadece kavuşma anları mıdır?
Kavuşma anı… Kime dair olduğunu bilmeden çektiğim hasretler… Geçmiş mutlu günleri anıp çokça üşüyen bir ihtiyar gibiyim. Eski şarkıları dinliyorum. Eski filmleri seyrediyorum. Ağladığımız anlar, güldüğümüz anlar nasıl da vefa ile bekliyor dünün kollarında. Geçmiş daima yanı başımda.. Bugünden bile daha yakın bir noktada. Ah Ferahnaz Hanım en çok sizin varlığınız dünü güzelleştiren. Bu geldiğimiz kaçıncı şehir? Çetelesi tutulmuş mudur yaşanmayan yılların?… Keşfedilmeyen teferruatlar oldukça her şehrin yabanı değil miydim? Her şehir Kütahya kadar cömert çıkmadı peçelerini bir bir açmak için. Bir kuş gibi konup bir müddet sonra uçmak zorunda kaldığım bütün şehirler kendilerinin özel bir “an”ı olduğunu anlattı. Tıpkı insanlar gibi şehirlerin de “sırr”ı karşısındakiyle paylaşması için o özel anın keşfedilmesi gerekiyor. Şehrin kaderini keşfetmek gibi bir şey o “an”.
Telefon çalıyor. Aman ya Rabbim! Günlerdir bir defa bile çalmayan telefon çalıyor. Hayırdır inşallah. Kim arayabilir. Hafızam ihanet içinde. Hayır yanlış duymadım. Yine çalıyor. Yine çalıyor. “Efendim”. Sesin kendine doğru çeken iki kişilik tınısı yok. “Günaydın…” Muzip biri olmalı. İkindi bile karanlığa doğru yol almışken. Sesinizi alamadım demek ayıp olur. “Günaydın irtibat bürosu mu?”
Odadaki her şey yer değiştiriyor. Eşyalar üstüme üstüme yürümenin telaşında. Biraz önce kendi köşelerinde hürmetkâr bir misafir hâlini muhafaza ediyorken… N’olmuş kimseler aramıyorsa. Yanlış numaralar niye sizi bu kadar alaycı ve arsız yapıyor? Bu evin içinde arkadaşlarım olduğu zaman bir mananız var. Eşyalar bile yalnızlıkla alay ediyor. Daima böyle oluyor. Ah derviş senin zikrin ne güzel! “Böyle oldu. Böyle olduysa iyi oldu”. Olanın en güzel olduğunu bilebilseydim. Her defasında zor alıştım yeni bir şehre. Yeni dostlara. “Sen asker karısı olmayacakmışsın.” Öyle mi Talat Bey. Onca şehir gezdikten sonra mı? On iki yıl icra ettiğimiz subay hanımı olma mesleğinden malulen emekliliğimiz mi isteniyor acep?
Mağlubiyetim gözle görünür boyutlarda demek… Bütün sevdiklerimi yanı başımda görmek isteği işlediğim suç. Bir kuş olup uçamamak sevdiğim diyarlara. İnsanlardan ayrılmaktan daha zor şehirlerden ayrılmak. Ne bir telefon ne bir mektup. Kafamda ne çok mektup yazdım Manisa’ya. Postacı, ağlayan Kaya’ya götürüyordu mektubumu. Neden Ağlayan Kaya. Gözyaşlarımda herkese ikram edilecek bir sıcaklık olduğu için mi?
Kim bilir kaç ay geçecek Ankara’da yalnızlığımın kekremsi tadında. Kütahya’dan ayrılırken dostlar kendi tanıdıklarının adresini verdi ama neye yarar. Çat kapı ben filanın ahbabıyım diyemem ya. Desem ne olur. Her gittiğim yerde üçü geçmedi can dostum. Ama neredeyse bütün subay hanımlarının kahrını çektikten sonra… Karşı balkonda üç kadın çay içiyor. Sanki çay değil de abıhayat içiyorlar. Göğüslerinde kocalarının rütbesini taşıyormuşcasına ast üst ilişkilerine girmişler. Sarışın şişman kadının rütbesi herkesten yüksek olmalı. Ötekileri dinlerken lütfen dinliyormuş edasıyla nasıl da başını kurumlu kurumlu hareket ettiriyor. Rütbeler şişman insanlara daha çok yakışıyor. Bu kadar kuru bir kadın olmasaydım ben de kocamın rütbesini taşımaya heves eder miydim? Ne pahasına olursa olsun terfi etsin diye kendisinden çıkmasını ister miydim?… Bu kadınlar çay içmiyorlar. Kesin, sohbetsiz çay kırmızı bir su olabilir ancak.
Kütahya’daki Emeti teyzeyi nasıl özledim şimdi. Lojmanların gölgesinde kalmış iki katlı evinden seslenirdi: “Nar ağacının dibine kurdum semaveri.” O nar ağacının gölgesinde çay, çay olmaktan çıkar; bir ibadet zevki verirdi adeta. Bülbül hikâyeleri anlatmayı severdi Emeti teyze. Belki de onun anlattığı hikâyelerle aşk kutsallaşır, çay kutsallaşırdı. “Efendim udu dillendirirdi” diye anlatırken onu dinleyen herkesin yüreğine bir ferahlık düşerdi. Bir gece nar ağacının dibinde efendisi dokunmuş udun tellerine, bülbül başlamış figana. O Ramazan gecesi sahurdan sabah ezanına kadar sürmüş karşılıklı aşk. Bülbül dayanamamış çatlamış. İki gün sonra efendisi vefat etmiş Emeti teyzenin. Tarifsiz bir hüzünle anlatırdı Emeti teyze. Hüzünde değil, “ben aşkı bildim, aşkı gördüm” derdi buğulu gözleriyle. Kızı Canan şiirler okurdu daima o nar ağacının altında. Ben öylece otururdum. Kurdun, kuşun böceğin sesine bırakıp kendimi. Şu kadınlardan biri Emeti teyze olsa… Bu evler, caddeler dost görünür mü bana?
Bütün şehri sevebilmeme bir tek kişinin varlığı yetecek demek ki. İlk zamanlar Talat’ın varlığı yetiyordu. Kimsiz kimsesiz aya gidiyoruz dese, sen varsın ya derdim, gam çekmezdim. Sonra gittiğimiz yerlerde hiç olmamaya başladı o. Akşamları kapıdan içeriye kendini getiremedi, yorgun uykuya hasret bir adam getirmeye başladı… Bütün konuşabildiğimiz sofrada dile getirilebilenlerdi. Eskiden arkadaşlarıyla ilişkilerini, çekişmelerini filan anlatırdı. Kıbrıs’a gittiğimizde komutanın karısı için Türkiye’de hediyelik eşya pazarlamayı reddetmem yemek masasında konuşulanları da öldürdü. “Sen kocanın terfi etmesini istemiyorsun” deyip hiçbir şeyini paylaşmaz oldu benimle.
Üç günlük talim bu akşam bitiyor. Sadece yatak odasını yerleştirebildim. Ötekilere elim varmıyor bir türlü. Perdeleri de takamadım. Eskiden bir sürü askerin evin içine dolup, ortalığı yerleştirmesine, perdeleri takmasına sinir olurdum. Evimin mahremiyetini elimden alıyorlar zannederdim. Şimdi aldırmıyorum. Artık benim elim de kendi eşyama yabancılaştı. Kadının tek başına dövünmeleri evi yuva yapmıyor nasıl olsa. Talat’ın bir otel odasında yaşayan bedenine benim ruhum ne kadar eşlik edebilir?
……
Uzaklardan bir adam geldi. Güneşin cildini kavruk bir köy çocuğuna döndürdüğü soğuk bir adam… “Neden karanlıkta oturuyorsun?” dedi. Nasılsın demeden. Seni çok özledim demeden. Bensiz ne yaptın demeden… Sadece neden karanlıkta oturduğumu sordu. “İçerisi görünüyor” cevabım en az onun sorusu kadar uzak bir diyara ait. “Yarın çocukları gönderirim.” Birden yeni bir şehirdeyiz, yeni bir hayata başlamamız kolay olur, kendi evimizi kendimiz yerleştirelim, yıllar var birlikte iş yapmayalı demeyi düşündüm. Lafa nereden başlayacağımı düşünürken gülümsemiş olmalıyım. “Ne yemek var? Bana bir sürprizin olmalı” diyor… Bir sürpriz… Sadece yemek masasına ait olan… Kadın önce sevgilidir. Sevdiği her şey sevilen… Her şeyin “Acaba o beğenir mi?” sorularıyla seçildiği günler. Sonra sevgili adamın karısı olur. Geçmiş gelecek her şey anlatılır kadına bir bir. Hem sevgilidir o, hem adamın koruma duygularını tatmin eden bir çocuk, hem de şefkatiyle adamı emziren bir anne. Aylar, yıllar değil sadece günler geçer. Bir gün kadın bir tas çorba, derli toplu bir ev demek olduğunu anlayıverir. Ben ilk ne zaman anladım bir tas çorbaya denk olduğumu?
“Soruma cevap vermedin?” diyor. Suratı tatsız bir ifade almış bile yemek yok diyebileceğim ihtimaline karşı. Bu akşam dehşet bir şekilde kavga havası hissediyorum. On iki yıllık evlilikten sonra bana yaptığın son sürprizi hatırla. Onu hatırlamıyorsan bir öncekini… Hiçbirini hatırlamıyorsan ilk sürprizini söyle. Bunları sormak bile o kadar uzak ki… Odadaki bütün yastıkları yığıp, sırtını dayamış, ayaklarını da sandalyenin üstüne çıkarmış, vestern filmlerinden fırlamış bir kovboya benziyor. Bir yabancı o. Yabancılarla kavga edilmez. Kendi isteklerine dair bir kavga… Unut hepsini.
Unutmak için sofrayı kurmak en iyisi. Mutfağa doğru giderken televizyonu açmamı emrediyor. Sonra bir bardak soğuk su… Keşke hiç gelmeseydi diyorum içimden. O yokken isimsiz bir kırgınlık vardı içimde. Şimdi kendime acıyorum. Neyin cezasını çekiyorum böyle? Niçin bu kadar kaba davranıyor? “Yolunun üstünde televizyona bir dokun” dese. Hayır, “Televizyonu aç. Gelirken de bir bardak soğuk su getir. Allah bilir yine dolaba soğuk su koymamışsındır.” Davudi sesiyle cenk meydanına dönüyor. Ben bu adamı sevmiştim. O tok sesteki şefkati sevmiştim. O şefkat şimdi nerede?
Mutfakla oturma odası arasında mekik dokurken terliklerin sesi çok rahatsız edici diyor. Demek ki benim varlığım da onu rahatsız ediyor. Çıkarıyorum terlikleri ayağımdan. Yalın ayak dolaşmaya başlıyorum. Benim evlendiğim adam yok. İyice kesinleşti bu. “Aman üşütürsün” diye üstüme titreyen sesin sahibi şimdi artık şefkatini kimlere sunuyor? Başka bir kadın… Olur mu? Olur. Ama böyle zamanlarda kocalar karılarına karşı daha nazik, daha cömert olurlarmış. Hatta teyzem “kocanız durduk yere size hediye almaya kalkışırsa hiç sevinmeyin” derdi. Yok canım adam gittikçe kabalaşıyor. Kendi içimde durmadan onunla kavga ettiğim halde masaya bir karanfil koyuyorum. Kat görevlisi evin beyiyle yemeğe oturuyor.
……
“En iyi kadın anasından hiç doğmayandır”.
Hep böyle zarifti… Bir sülün gibi. Kara derin gözlerindeki mananın dışında, ne düşündüğünü daima saklayan haliyle. Bazen beni hiçbir zaman sevmedi diye düşünüyorum. Eskiden bunu saklamak için üstüme titrerdi. Şimdi alabildiğine umursamaz. Ben yokken ne yapıyor evin içinde bütün gün. Telaşsız günlerinin resmini neden çekmez şu duvarlar? Gittikçe ilgisizleşiyor. Üç gündür gurbetteyim. Gece gündüz uykusuz. Kapıyı açıp bir yabancı buyur eder gibi yana çekiliyor. “Hoş geldin” demek yok. “Seni çok özledim” demek yok. Eskiden “sensiz çok korkuyorum” derdi. Şimdi her şeye meydan okur gibi karanlıkta oturuyor. Cıvıl cıvıldı bir zamanlar. Akşamları eve dönünce ne anlatacağını bilmez bir hâlde bir ordan bir burdan konuşurdu. Şimdi sesinin renginden bile mahrum bırakan sorular ve cevaplar yumağıyla karşılıyor beni. Hanım arkadaşları ona benden daha yakın. Sürprizin var mı deyince yüzüme ne tuhaf baktı. Eskiden mantılar, su börekleri yapardı. Hem onun yorulmasına üzülür hem de yorgunluğunca sevilmeye layık bulurdum kendimi. Yol boyunca neler kurmuştum kafamda. Bütün her şeyi bir çırpıda anlatıp… Üzüntüler birleştirirmiş ya insanı… Yapamıyorum. Olup biteni anlatmak için hiçbir istek yok içimde.
Masaya çiçek koymayı da ihmal etmiyor. Fakat bakışları… Bakışları beni korkutuyor. O karanfili masaya koyarken “sen ince duygulara layık değilsin, senin için değil zaten. Kendim için” der gibi baktı. Çok sevdiğim derin kara gözlerin bir gün beni ürküteceği, sonsuz sırlar saklayan derin bir kuyu olacağı gelir miydi aklıma?…
Mehmet’le karısı ne kadar rahat. Ne düşünüyorlarsa pat diye söyleyiveriyorlar birbirlerine. Belki birbirlerinin arkasından hiç konuşmuyorlar bile… Ya biz. Daima dumanlar arasından bakıyoruz birbirimize. Konuştuğumuz her kelimenin, kendi manasından başka bin bir manası daha var. Sülalesinin aristokrat havasını kendi yuvamıza taşımasına neden izin verdim? Onu hep takdir ettim sırlar içindeki hâliyle. Asil geldi, kimselerle sıradan bir şey konuşmaması. Nişanlıyken güzeldi belki bütün bunlar. Çamlıca tepesinde, Emirgan korusunda, Anadolu kavağında sıradan şeyler konuşulmazdı. Nişanlıyken âşıkken, hayatın içine girilmez… Hayatın bilmem kaç kat üstünden bakılır her şeye. Oysa insan evlenince hayatın içine düşüveriyor ister istemez. Hafta sonlarını iple çekmeler yok artık. Kavuşmayı ümit ettiğin insan yanı başında. Ama kavuşulamayacak kadar uzak. Sessiz ve sakin yemeğini yiyor. Belli etmemeğe çalışarak yüzüne bakıyorum. Hep aynı… düzenli, temiz ve titiz. N’olur benimle kavga etse… Şikayet etse… “Verdiğin para yetmiyor” filan gibi bir şey söylese. Oysa komutanların süslü hanımlarının kıyafetlerine özenecek mi diye ne kadar imalı şeyler söyledim. O uzun boynunun üstündeki kafasını sanki bulutlara değdirecekmiş gibi “asalet gösteriş istemez, cahilliklerinden yapıveriyorlar” deyiverirdi. Hiçbir şeye, hiç bir kimseye özenmez mi bu kadın? Çocuğumuz olmuyor. Çocuk isteğine dair bir ima bir heves. Belki de ben üzülürüm diye dile getirmiyor. Hiç kadın gibi bir kadın değil. Anneler istikbali daha iyi görüyor ama, evlatları anlamadıktan sonra ne kıymeti var. Hünerli bir ev kızı almak için ne çok uğraşmıştı rahmetli. Dantel ören kadınlar aptal olur demiştim. Sana mı kalmış akıllı kadın? kafasının içinde ne düşünüyor diye merak et dur. Annemin dediği kızlardan biriyle evlenseydim, hem dantel örer, hem televizyon seyrederdi. Şikâyet ederdi. Başka kadınların yediği, başka kadınların giydiği derdi. Ben de bağırırdım ona. Rahatlardım belki bağrınca. Mehmet “karıma bağırınca rahatlıyorum” diyor. Karısı da ona bağırırmış zaten. Böyle şeyler anlatacak olsam hanımefendi mağrur bir edayla “başkalarının hayatını konuşmak kendi hayatımızı yaşamamızı engeller” der. Kendi hayatımız var mı yaşanacak? Evet düşünmeden söylediğim şey doğru belki. Subay karısı olmayacakmış. Beni sevseydi katlanırdı her şeye. Bunca yer gezdik. Bunca insan tanıdık. Hiçbir arkadaşımın hanımıyla ahbap olmadı. Şehrin kimliğini arıyorum diye dolaştı aylarca. Ya en son ayrıldığımız Kütahya’da bu şehrin kimliği Ferahnaz Hanımda ifadesini buluyor deyip durması…
Niye söyliyemiyorum… Söyliyemiyorum. Şikayet ettiğin dünyadan hicret ediyoruz diye. Baban çok kızacak, beni ordudan attılar desem… Yine orduda temizleme harekatı vardı. Lokmalar boğazımdan geçmediği halde neden yemek yemekte ısrar ediyorum. Onun yemesi için. Sen nereden bileceksin kara gözlü kadın bu adamın senin yemek yemeni sağlamak için, lokmaların boğazını yırtmasına tahammül ettiğini. Vazonun içindeki karanfili alıyorum. Çatalını bırakıp bana bakıyor. “Vahşi adam karanfili parçalayacak” diyor belki. Ya sesim çatlak çıkarsa. Hadi son bir gayret. “Şehirlerin ardında kalan olmayacak.” Bakışları binlerce soru soruyor. İlk defa o uzun ince parmaklı ellerini koyacak bir yer bulamadığını görüyorum. Soru sormasını boşuna bekliyorum. Zırhlı bir komutan gibi hareketsiz oturuyor. “Ordudan atıldım.”
Sırtındaki zırh parçalanıyor. Ellerimi tutuyor. Kara gözlerinde bir tek mana var: “Senin acın benim acım. Birlikteyiz.”
“Seni bu kadar çok sevmenin günah olduğunu biliyorum.”
Nasıl söyleyebildim? Neden söyledim? Ağlıyor… Güçlükle “ben sanmıştım ki…” diyor. Gerisini getiremiyor. Ben de öyle sanmıştım…

(*)Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Acı Deniz, İz Yayıncılık, İstanbul 1996, s: 47-57

Yorum Yap

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir