Baba-oğul İbrahim’lerin öyküsünü Halit’ten dinledim. Karın seyrek, sulu sepken yağdığı, güneşli günlerin arttığı, ayıların kış uykusundan uyanıp inlerinden çıktığı Nisan sonu-Mayıs başı arası günlerden birinde, beni avcılığa ısındırmaya çalışan Halit’le çıktığımız bir av sabahında, erimeye yüz tutmuş karların üzerinde bata çıka ilerlerken, bir an soluk almak için mola vermiştik.
Bir kayanın kovuğunda, Halit’in sardığı sigarayı tüttürdüğümde, az ötede, sabahın sisi içinde üç-dört evden oluşan, iki tepenin birleşip bir boğaz oluşturduğu bir yerde yer alan, o güne değin görmediğim bir mezra belirdi.
İliklerime değin donmuş olan ben, bir çay içip ısınmak için,
“Bir inip bakalım şuraya” dediğimde, Halit,
“Ava çıktık hoca, evlerde konaklamaya değil” deyip önerime karşı çıkmıştı.
Halit’in bu karşı çıkışına bir anlam veremeyip üstelediğimde,
“Yoo, olmaz. Biz oraya inemeyiz” olmuştu aldığım yanıt.
Yol üstündeki her köyde, her evde konaklamanın gelenekten sayıldığı bu yörede, Halit’in bu sözlerine bir anlam verememiştim.
Bunu gözlerimde okumuş olmalı ki, “Ben yanındayken o köye gidemeyiz” deyip, bana da oraya uğramamamı söylemişti üstü kapalı sözcüklerle.
Bunu söylerken, göz göze gelmemek için bir çaba gösteriyor, bakışlarını, aşağıda, dağılan sisle birlikte daha bir ortaya çıkan evlerden, ağaçlardan kaçırıp, ilkin bana, sonra kayalara, sonra altımızdaki mezraya sırtını dönüp karlı dağın doruğuna çevirip, “Olmaz, demişti, senin yanında benim oraya gitmem yakışık almaz.”
Hiçbir şey anlamıyordum. Susuyordum.
“Biz buraya ava geldik, yolumuza koyulalım” dediğinde, ona, bin kez söylediğim bir sözü yineledim.
“Ben avdan hoşlanmıyorum. Tanımadığım insanların çayını içmekten hoşlanıyorum.”
“Öyleyse sen git”, dedi Halit, sırtı hep bana dönük. Benimle yüz yüze gelmekten çekiniyordu sanki.
Tepeyi inip bir eve uğramanın, bir bardak sıcak çaylarını içmenin ne gibi sakıncası olabilirdi?
“Herkesin avı kendine” deyip ayağa kalktım; omzumdaki tüfeği çıkarıp Halit’e uzattım.
“Bunu da al, eğer yük olmazsa. Köyde buluşuruz.” Halit, söylediklerimi duymamış gibi, bu kez döndü, gözlerini gözlerime dikip,
“Orası İbramın köyü, dedi. İnan ki gidemem oraya. İstesem de gidemem. Üsteleme. Sen de gitme.”
Benimle değil de, dağ ile, düşündeki avla konuşuyor gibiydi. “Hangi İbramın? dedim. Bu İbram da kim. “Mapus damındaki arkadaşım İbram, anlatmadım mı?” dedi.
“Ne var bunda? dedim. Gidip, anasına, babasına, karısına, çocuklarına bir Merhaba dersin.”
“Diyemem ki dedi Halit. Onun anası, babası, karısı ve çocukları yoktur.”
“Öyleyse hiçbir tehlike de yoktur” dedim gülümsemeye çalışarak.
“Doğrusun, yoktur, dedi. Ama gene de, eğer beni seviyorsan, sen de inme oraya.
Biz avımıza bakalım. Üstelersen, bir gün anlatırım sana İbramın öyküsünü.
Böylece sen de niçin oraya inmek istemediğimi öğrenirsin.”
Üstelemedim.
Altımızda uzanan vadiye inmek yerine kuzeye tepelere doğru yöneldik.
Dişi bir ayının, yavrusuyla birlikte karların üzerinde bıraktığı izleri izledik. Çok şükür hiçbir şey vuramadık.
Gün batımından önce, elimiz boş, yorgun, köye döndüğümüzde, Halit’e İbramla ilgili hiçbir şey sormadım. O da hiçbir şey söylemedi.
Yalnızca, “Sen avları kaçırıyorsun Hoca. Bir daha seninle ava çıkmam” dedi.
Bunları söylerken gülümsüyordu.
Ben de aynı eğreti gülümsemeyle, “Öyleyse bu akşam ne yiyeceğiz?” dedim.
“Her zamanki gibi ekmek ve otlu peynir dedi. Ama dilersen senin için son toklumu keserim.”
“Karnım o kadar aç değil”, dedim.
Ayrıldık.
Aradan günler geçti.
Bir akşam, sac sobanın başında çaylarımızı içer, radyoda, parazitler arasında, dünya haberlerini ve hava raporunu dinlerken, bıraktığı yerden, sanki aradan hiç zaman geçmemiş gibi, kendi eliyle sardığı cigaralarımızı tüttürdüğümüz kovukta konuşuyormuşuz gibi, sözünü, bıraktığı yerden sürdürdü Halit :
“Hocam, ne meraksız adamsın, radyodan, dünyanın haberlerini dinliyorsun anlayıp anlamadığım dillerden de, burda, yanı başındaki insanları merak edip sormuyorsun.”
“Haklısın Halit, dedim Biz kentliler böyleyizdir.”
“Bir daha seninle ava çıkmayacağım” dedi.
“Bunu daha önce söylemiştin” dedim, radyoda dilinden anladığım bir istasyonu ararken.
“Çünkü sen hem insanları, hem ayıları seviyorsun” dedi.
Radyo günün haberlerini veriyordu.
“Yanılıyorsun” dedim.
“Oysa onları hiç merak etmiyorsun” diye sürdürdü konuşmasını.
“Kimleri?” dedim.
“İnsanları” dedi.
Hangi insanları, kenttekileri mi, köydekileri mi? Burdakileri mi, radyonun haberlerde sözünü ettiklerini mi, diye soracaktım, ama sormadım.
“Bir çay daha içerim” dedi.
Sobanın üzerinden demliği alıp, bardağını doldurdum.
“Radyo ne diyor?” dedi.
“Hiç, dedim. Gene birtakım adamlar, birtakım adamları dürmüş.”
“Bizim burası gibi.”
“Hemen hemen” dedim.
Çaylarımızı yudumladık.
Ben: “E, anlatmayacak mısın?”
Halit: “Neyi?”
Ben : “Anlatmak istediğini.”
Halit : “İbram’ın öyküsünü mü?”
Ben : “Adı İbram mıydı?”
Halit : “Evet, hem kendinin, hem babasının adı.”
Ben : “Garip.”
Halit : “Garip olan adlar değil.”
Ben : “Ya ne?”
Halit : “İbramın başına gelenler.”
Ben : “Hangi İbram’ın?”
Halit : “Oğul İbram’ın.”
Ben : “Bir çay daha içer miydin?”
Halit : “Daha elimdeki bardağı bitirmedim.”
Ben (kendi bardağımı doldurduktan sonra) : “Nedir İbram’ın başına gelenler ki, o gün, bir çay içmek için olsun evine uğrayamadık?”
Halit : “Uzun hikâye.”
Ben : “Demek bu akşam çaylarımızı içerken bu uzun hikâyeyi dinleyeceğiz…”
Halit : “Hayır, İbram’ın hikâyesi diye bir şey yok.”
Ben (sabırsız) : “Peki ne var?”
Halit (çayından bir yudum aldıktan sonra, durup dalarak) :
“Benim mapus arkadaşım İbram var. Sonra onun babası İbram var.”
Ben (radyodaki haberleri dinlemiş, bir başka istasyon ararken) : “Demek, iki İbram’ın öyküsünü birlikte dinleyeceğiz.”
Halit (çayını bitirmiş) : “Aslında ikisininki bir tek hikâye.”
Ben : “Peki, o gün niçin inmedik köye.”
Halit : “Onu sonra anlatacağım.”
Ben : “Şimdi anlattığın ne?”
Halit : “İbram’ın hikâyesi.”
Ben : “Bir cigara sarar mısın?”
Halit : “İstediğin cigara olsun.”
Ben (Halit cigarayı sararken) : “İki İbram’ın bir öyküsü mü var?”
Halit (sardığı cigarayı uzatarak) : “Buyur Hocam.” (Sonra) “Aynen dediğin gibi.”
Ben : “Ne demiştim?”
Halit : “Bilmiyorum.”
Ben : “Öyleyse ne anlatacaksan anlat.”
Halit (kendine de bir cigara sararak) : “Nerden başlasam ki? Kimi zaman sanıyorum ki, bizleri bizden daha fazla merak ediyorsun. Sonra bakıyorum, sanki burda değilsin, bizleri hiç tanımıyorsun. Konuşulanları, sana anlatılanları kös dinliyorsun.”
Ben : “Olsun, sen gene de anlat.”
Halit sustu.
Çayını bitirip bardağı ters çevirdi.
“Sen beni dinlemiyorsun hoca” dedi.
Doğruydu. Onu dinlemiyordum. Kendimi de.
Hatta az önce radyodaki haberleri de dinlememiştim. Sanki bir başka yerdeydim. Bir başka kişiydim. Karşımda konuşan insan da tanımadığım biriydi ve anlamadığım bir dilden konuşuyordu.
“Bağışla, diyebildim ancak. Haklısın. Bir başka gece anlat bana İbramların öyküsünü.”
“Ama şimdi; hemen anlatmam gerek, dedi Halit, bunun için geldim buraya.
Üstelik vaktim de az.”
“Bu gece olmaz, dedim. Bu gece, kimsenin öyküsünü dinleyecek durumda değilim. Ölmek istiyorum.”
Halit, ayakta, şaşkın, “Ne dedin Hocam? dedi. O nasıl söz! Ağzından yel alsın.”
“Uyumak istiyorum” dedim.
“Bense sanki başka bir şey duymuştum.” dedi, ayakta, kapının önünde, çıkmaya hazır.
“Hadi, iyi geceler” dedim. “İyi geceler Hocam, dedi Halit. Sen iyisin ya? Bir şeyin yok ya?”
“Hiçbir şeyim yok, dedim. Ama bu gece İbramların öyküsünü dinleyemem.
Hiçbir şey dinleyemem.”
“Olur, dedi Halit. Belki yarın akşam dinlersin.”
“Bilmiyorum, dedim. Belki.”
“İyi uykular” dedi Halit.
“Sana da” dedim.
“Bilirsin ben geceleri uyumam” dedi çıkarken.
O gece ben de uyuyamadım ve Halit konuşurken kafamın içinde oluşan öyküyü o çıkar çıkmaz yazmaya başladım.