Sabahleyin Bedri Bey memuriyetine gitmek üzere hazırlanıp bir kere öpmek için kızlarının odasına geldiği vakit, onlar karşı karşıya kurulmuş karyolalarında henüz sütlerini içmekte idiler. Babalarında onlar için nasıl âteşli bir düşkünlük varsa, onlarda da babalarına karşı o kadar çılgınca bir bağlılık vardı. Bunun için hemen sütlerini bırakarak fırladılar; onu kolundan tutup bir kanepeye oturttular, biri bir dizine, öbürü öteki dizine yerleşti.
Yatılı mektepte tahsillerini tamamlayarak eve geldikleri üç aydır, bu artık her gün âdet olmuştu. Her gün kalemine gitmeden evvel onların odasına girer, kollarının arasında, saçlarının içinde, beş on dakika vakit geçirir ve akşama kadar bu sevgili çılgınların kokusu ile mutlu olurdu. Yalnız küçük şeytanlar, bu saadeti ona pahalıya satıyorlardı: Ara sıra babalarının kulağına fısıldayarak, gizlice küçük siparişlerde bulunurlardı. Bu bir gün bir kutu pudra, öbür gün bir kitap, başka bir gün bir şişe lavanta yahut bu gibi şeyler olurdu.
Hem böyle istenip alınan şey mutlaka bir çift olacaktı. Çünkü nasıl güzellikçe, zerafetçe, ahlak ve zekâca çift iseler, her şeyleri de hep çift olmak zaruri idi. Ana, baba kızlarının mutluluğu için sevine sevine hayatlarını feda edecek derecede bağlılık gösterirler, onları birbirine karşı çirkin hislerden korumak için aralarına zerre kadar nifak sokacak fırsatlardan çekinirlerdi. Büyüğü Vildan, ne kadar çılgın ve hırslı ise, küçüğü Müjgân da o kadar yumuşak, o kadar uysal idi. İşte ananın ve babanın bütün itinası yavrularını bu huylarına göre idare edip birinin ihtirasını, diğerinin sessizliğini, her türlü dargınlık ve kırgınlıktan korumaya odaklanırdı. Bunun içindir ki, birine alınan şey, aynıyla diğerine de alınmak bir âdet olmuştu. Bu sebepten Bedri Bey, aldığı bütün bu küçük şeyleri çift almaya ehemmiyet verirdi. Anneleri onların böyle lüzumsuz heveslerine, delice arzularına karşı pek makul bir direniş gösterse de, baba, onlara karşı bilhassa bu hususta açık bir zaafı olduğundan hiçbir şey esirgemezdi. En ehemmiyetsiz bir tavırla söyledikleri en basit bir şeyi bile kalbî bir mecburiyetle en muazzez bir vazife telakki ederdi.
Vildan ile Müjgân bunu bildiklerinden babalarının bu zaafından istifade için ellerinden geleni yaparlar, baba ise, bile bile mesut ve memnun, her fedakârlığa minnetle hazır bulunurdu.
Bu sabah ikisinin de fevkalade iltifatkâr olduğunu görünce kendi kendine “Yine bir şey isteyecekler!” dedi ve memnun oldu. Çünkü onun en ilahî saadeti yavrularını memnun etmek, istediklerini alarak onları sevindirmekti.
Onlar, öptüler, öptüler, öptüler; süzgün bakışlar, okşayıcı sözler yağdı, yağdı, yağdı. Nihayet Vildan kulağına eğilerek fısıldadı: Yarın değil öbür gün bir mektep arkadaşlarını ziyarete gideceklerdi. Halbuki eldivenleri hem kirlenmiş, hem de delinmişti… Vakıa anneleri bunu biliyordu ama onunla beraber çarşıya gidinceye kadar… Hemen; “Peki yavrum… Peki…” diye rengini, numarasını öğrendi. Müjgân bir taraftan: “Aman babacığım sakın annem duymasın…” Vildan ise: “Sakın ha, sonra elinden kurtulamayız vallahi…” diyordu. Bedri Bey, kendilerine annelerinden daha yakın olduklarını gördüğü için onlarla beraber böyle gizli şeyler yapmakta derin bir saadet bulurdu. Bunun için onları temin etti. İkisinin de yanaklarından gül mükâfatını alarak veda etti.
***
Sokağa çıktığı vakit, kendi kendine: “Eldiven… Evet, fakat acaba kaça?” diyordu.
Harbin son senesiydi. Eşya pek nadir ve son derece fiyatlıydı. Bedri Bey kendi kendine iki çift eldiven için üç lira kadar tahmin etti, fakat o anda cebindeki paranın buna yetişip yetişmeyeceğini düşünmeye başladı. Yetişse bile, aybaşına kadar masrafları temin edecek kadar para artmayacağını hesap ediyordu.
Maaşından, Mahmutpaşa’da zevcesinin dükkânlarından ellerine geçen para ile darlık içinde, bin türlü zorluk arasında çırpınmakta idiler. Ana baba ne yapıp yapıp kızlarını bu sıkıntılardan haberdar etmemek, onları bu çirkin sefaletle yüz yüze bırakmamak için gayret ediyorlardı. Bütün bu paradan kendisine öğle yemekleri için cüzi bir miktarını ayırarak ev ve diğer masraflar için zevcesine teslim eder ve bir şeye karışmazdı.
Vildan’la Müjgân yatı mektebinde iken, o vakit fiyatlar da daha uygun olduğundan oldukça refah içinde idiler; gerçi mektebin yatılı ücreti umumi pahalılık yüzünden arttırıldığı vakit bunu tedarik edip vermekte birçok sıkıntıya düşmüşler, hane masraflarından birçok fedakârlık etmişlerdi. Fakat şimdi çocukları artık eve yerleştikleri için ev masrafında o kadar sıkı bir tasarruf imkânı yoktu; halbuki fiyatlar dehşetli surette yükseldiğinden iki ucu bir araya getirmek için son derece sıkıntı içinde didinmekte idiler. Bu arada Bedri Bey, bir küçük fayda olur diye, kendi için ayırdığı paradan kısarak, lokanta fiyatlarının müthiş artışına rağmen, bu gayet cüzi para ile son derece idareye mecbur kalıyor ve kızlarının istediği şeylere de bu para ile yetişmek için pek çok sıkılıyordu.
Harpten evvel, en seçkin lokantalara devam eder, nefis yiyeceklerle kendine ziyafet çeker, muntazam, mükellef bir hayat sürerdi. Halbuki harp başlayıp da yavaş yavaş fiyatlar yükseldiği gibi, hele mektep ücretleri de artarak idareye mecbur olunca bu ziyafetler bir hayal olmuş, yemeklerde listeyi eline alınca fiyatları mukayeseye başlamıştı.
Fakat, bu temmuzdan beri kızları mektepte tahsillerini tamamlayarak, evde yerleşip de zaten cüzi olan bütçesine bir de onların siparişleri eklenince, artık eski lokantaları terk edip, ikinci, üçüncü derecede lokantaların yolunu öğrenmişti. Fakat Bedri Bey, bunu yavruları için, başka bir huzur duyarak yapıyordu. Böylece, en ucuz lokantalara kadar gittiği ve bu arada, hatta en ucuz yemeklerle kanaat ettiği de oldu. Kendi kendine: “İşte pekâlâ, böyle de oluyormuş… Ne fark var sanki?” demeğe bile başlamıştı. Hatta geçen ayın sonunda iki gün simit peynir yemeğe bile mecbur olmuş ve “Onlar için…” diye yine memnun kalmıştı.
***
İşte bugün, bilhassa cebindeki paranın yeterli olmadığını görünce “Vay, işte bu fena… Şimdi ne yapacağız?” diye söylendi. Uğradığı bir iki mağazadan kızlarının istediği gibi eldivenlerin yüz ellişer kuruş olduğunu öğrendi, halbuki iki çift eldiven aldıktan sonra yanında o kadar az para kalacaktı ki, hiçbir şeye yetişmezdi.
Eldivenleri alsa, ay başına kadar başka bir şey lazım olsa ne ile alacaktı? Zevcesinden hiçbir şey ümit edemezdi. Ondan bir yardıma nail olmak için, her şeyi kendine itiraf etmek lazım gelecekti. Annelerinin azarına uğrayınca, yavrularının nasıl yaralanacaklarını düşünerek buna engel olmak için her sıkıntıya razı olurdu.
Ne yapacağını bilmeyerek ağır ağır dükkânların önünden yürüyordu. O esnada ara sıra yemek yediği bir lokantanın önünden geçti, garson onu tanıyarak içeri girecek zannıyla yol verdi. Bedri Bey o vakit meselenin eldivenler alınınca, yalnız ay nihayetine kadar başka şey alacak parası kalmayacağından ibaret olmadığını, bu birkaç gün zarfında öğleleri ne yiyeceğini de düşünmeye başladı. Karnı da iyice açıkmış olduğundan, bu mesele her halde daha ateşli bir ehemmiyetle onu meşgul ediyordu. Hayır, işin makulü, bugün bu eldivenleri almaktan vazgeçmekti. Mesela bugün unuttuğunu, yarın vakit bulamadığını söyler, üçüncü günü cuma olduğu için tabiî İstanbul’a inilmezdi.
O vakte kadar da iş belki unutulurdu. Fakat Bedri Bey’in hayalinde Vildan’la Müjgân’ın mahzun, kırgın tavırla duruşları, sonra, eldivenleri görünce, boyna şevk ve minnetle atılışları geçiyor ve bu saadet için her fedakârlığa razı olacağını teslim ediyordu.
Acaba yalnız bir tanesine, mesela Vildan’a alıp Müjgân’a da bir iki gün sabretmesini söyleseydi… O vakit biri sevinecek, öbürü pek mahzun olmasa bile, diğeri kadar sevinemeyecekti… Halbuki Bedri Bey, kızlarının yalnız mahzun olmalarına değil, sevinçli olmamalarına da tahammül edemeyecek kadar hassastı. Buraya gelince kendi kendine hayret etti. Onların ikisini birden ilahî bir sevinç ile boynuna sarılıp: “Ah mersi babacığım…” diye fıkırdatacak bir fırsat çıkmıştı, o hâlâ miskin düşüncelerle tereddüt ediyordu, öyle mi?
Kendine, bencilliğine lanet etti. “Ne olursa olsun, alacağım…” diye söylendi. Ama kendisi parasız kalacak, birkaç gün hiçbir şey yemeden aç acına gezmeye mecbur olacaktı: “Adam sen de, ne olur?” diye omuz silkti, onların birini bir dizine, öbürünü öbür dizine oturtup gözlerinde parlak sevinç ve şükran dalgasıyla bahtiyar olmak varken, başka neyin ehemmiyeti olurdu?… Vakıa akşama kadar bir şey yememek de kolay olmayacaktı. Bedri Bey, buna tekrar omuzlarını kaldırarak: “Onlar sevinsinler de…” dedi ve eldivenleri almak için mağazaya daldı.
***
Ömründe belki ilk defa bir şey yemeden geçirdiği bu uzun günün akşamı, bitap ve harap eve girdiği vakit, doğru kendini kızlarının odasına attı. Eldivenleri teslim ettiği zaman, ikisi de boynuna sarılmışlar, teşekkür ediyorlardı. Bedri Bey gözlerini kapayarak bu buselerin, bu sevincin elbette yiyeceği yemeğe bin kere tercih edeceğini düşünüyordu.
(*)Mehmet Raûf, Pervaneler Gibi, İstanbul 1920, s. 57-67’den: Erdoğan Coşkun, Mehmet Rauf, Toker Yayınları, İstanbul 1976.
😀
çık tişikkir idirim