Profesyonel mankenlik yapan kızımız uzun süredir gezdiği erkek arkadaşıyla birlikte oturma kararı alıp evden ayrıldığından beri Behçet’le ikimiz feleğimizi şaşırmış bir hâldeyiz. Ne kadar modern, ne kadar anlayışlı ve hoşgörülü olmaya çalışırsak çalışalım, kızımız için evlilik formülünün dışında bir beraberliği kabullenemiyoruz.
Kızımız ise gayet rahat (her zaman, her konuda rahat olmaya biz alıştırdık) bir tutum içinde “Bizimki ön evlilik” diyerek kararını savunuyor.
Ben de, Behçet de çok baskı altında yetiştiğimiz (belki de kızımızı kararından caydıramayacağımız) için baştan beri sert tepki gösteremedik. Ayrıca aşk gibi, sevda gibi konularda inatla direnmenin araya aşılmaz setler çekeceğine her zaman inandık.
Kızımız evden bavullarıyla çıkarken ben kendimden çok Behçet’in hâlinden korktum. Yüzü mosmor kesilmişti; şakaklarındaki damarlar boğum boğum şişmişti. Bir kalp krizi geçirecek diye ödüm koptu. İster istemez (içim kan ağlasa da) kızımın tarafını tutar gibi görünüp onu daha geniş açıdan düşünmeye, daha hoşgörülü olmaya zorladım. “Ne yapalım” dedim, “Devir böyle! Üstelik, bu onun hayatı… Hayatını istediği gibi yaşamaya hakkı var!..”
Yüzüme yarı şaşkın, yarı çaresiz baktı: “Seni bu konularda daha muhafazakâr düşünür sanıyordum” dedi. Yüreğim burkularak acı acı güldüm: “Ne garip! Ben de seni daha açık ve ileri görüşlü sanıyordum.” diye karşılık verdim.
Çaresizlikle içini çekip omuzlarını düşürdü. Onu hiç bu kadar zayıf görmemiştim. Vedalaşma sırasında bir çocuk gibi sarsıla sarsıla ağladı. Kesin tavırlar içinde olan kızımızın bile yüreği dayanmadı. Ona sıkı sıkı sarılıp yanaklarından öptü: “Hani babişko” dedi, “Birbirimize karşı hep açık yürekli ve özgür düşünceli olacaktık?”
Dayanmayıp söylendim:
-İyi de kızım.. Biz ana-babayız nihayet. Senin bu evden telli duvaklı ayrılmanı isterdik.
Bir süre durakladı. Sabrı taşmak üzereymiş gibi bezginlik içinde içini çekti: “Telli duvağı bu kadar istiyorsanız onu da yaparım bir gün. Söz!” dedi.
Kızımız gitti gideli bu sahne sinema şeridi gibi gözümün önünden geçip duruyor. Zaten çalışmayı seven Behçet kendini daha bir işe verdi. Özenle yaratmaya çalıştığı “modern baba” görüntüsü gitmiş; suskun, ağırbaşlı, içe dönük bir eski zaman adamı olmuştu. Aynı şeyleri duyduğumuz, aynı hüznü yaşadığımız hâlde benimle konuşmaktan bile kaçıyordu. Kendi içinde düğümlenmişti sanki!
Bir süre onu kendi hâline bıraktım. Baktım olmayacak, hafta sonu havayı güzel görünce yakın bir yerlere kaçıp değişik şeylerle meşgul olmayı teklif ettim. “Hiç canım istemiyor” diyerek yanaşmadı. Koca tatil gününü bilgisayar başında iş projeleri üretmekle geçirdi. Akşama doğru terasa çıkıp çok sevdiği çiçeklerine bakmaya koyuldu. Birer kahve pişirip belki lâflarız diye ben de terasa çıktım. Benim onca konuşmama rağmen o, arada bir baş sallayışlarla, dudak büküşlerle, zorunlu “evet”, “hayır”larla suskunluğunu sürdürdü. Bir ara, özenle tozunu almaya giriştiği çiçeğin taze yaprağını kazara koparınca çok bozuldu. Bir süre elindeki yaprağa bakakaldı. “Tıpkı insan kalbi gibi” diye mırıldandı. “Ne çabuk kırılıyor!”
Yüzüme çaresizlikle bakıp yaprağı uzattı. Gayriihtiyarî aldım. Hakikaten körpecik, pırıl pırıl bir yapraktı. Sanki hâlâ beklenmedik kopuşun iç titreşimlerini yaşıyor gibiydi.
O sırada telefon çaldı. Koştum. Arayan kızımızdı. Hâlimizi, hatırımızı soruyordu. Artık bu saatten sonra sitemin kâr etmeyeceğini bildiğim için kendimi zor tuttum. “İyiyiz” dedim doğal olmaya çalışarak. Buna rağmen hınzır, sesimin titreşimlerinden mesajı almıştı. Bir süre sustu, sonra “Anne!” dedi tok bir sesle; “Yirmi yedi yaşındayım ve ne yaptığımı biliyorum. Üstelik çok mutluyum!”
Kendimi tutamayıp “Ama evlilik…” diye başladığım sırada sözümü kesti, “Tam bir anlaşma ve uyum sağlarsak niçin olmasın?” dedi.
Bir an, artık faydasız direnişlerimizi sürdürürsek onu bütün bütün kaybedeceğimiz korkusuna kapıldım. Apar topar: “Seni seviyoruz!” dedim can simidine sarılır gibi.
Sesi birden yumuşadı: “Ben de sizi çok seviyorum anne. Ne olur artık beni anlayın. Kötü bir şey yapmadım. Bu benim hayatım. Ve onu sağlam temellere oturtmak istiyorum. Hepsi bu… Üstelik modern bir çağda yaşıyoruz.” dedi. Sonra çekinerek sordu:
-Babam nasıl?
-Vereyim de konuş!.. Hâlâ şokta. Sen gittin gideli ağzını bıçak açmıyor. Ev öylesine bomboş ve ıssız kaldı ki…
Cevap vermedi. Telâşlandım: “Tabiî zamanla alışacak o da” dedim. Elimde telefonla terasa doğru
yürürken: “Anne” dedi, “Biliyor musun en fazla anlayışı ondan bekliyordum. O kadar hür ve açık fikirli, modern insanın beni anlamaması ve bana güven duymaması çok gücüme gidiyor.”
Telefonu Behçet’e uzattım. “Kızımız” deyince yüzü alı al, moru mor kesildi. “Üstüne düşme” der gibilerden işaret ettim. İkazımı anladı, sakin sakin, usul usul konuştu. Sohbet meclislerinin bir numaralı canlı, hayat dolu adamının bu sönüklüğü ve pısırıklığı karşısında bir tuhaf oldum. Dayanılmaz bir doluluk hissiyle apar topar mutfağa geçtim. Avucumda pörsüyüp kalan yaprağı (neden bilmem) su dolu bir bardağın içine koydum. Yaprağın can havliyle titreştiğini yüreğimde hissettim. Gözlerimden yaşlar süzüldü. Kızımızın köşeye bucağa sinmiş kahkahalarını dayanılmaz bir biçimde özlediğimi hissettim.
Şöyle veya böyle bir ayrılık dayanılmazdı… Peki! Ya ayrılığın insanın bütün gücünü alan hüznüne nasıl katlanılacaktı?
“Özgür güvercin!” Eşim kızımıza böyle hitap ederdi. Onun cıvıl cıvıl, şen konuşmalarını, çın çın öten kahkahalarını güvercinlerin kanat çırpışlarına benzetirdi. O güvercin evde pek bulunmazdı ama geceleri her gelişinde tazelenen, alışageldiğimiz bir kokusu vardı; bize bir bahar neşesi ve yaşama sevinci verirdi.
Şimdi… Onun kokusundan, onun sesinden yoksun bir ev Behçet’e de, bana da çekilmez geliyor. Telsiz, duvaksız ayrılış da hüznümüzün katmerlenişi tabiî. Alışamadık. Alışamıyoruz. Kızımıza göre modern olamıyoruz.
Gözyaşlarımı silip tabureye çökerken sinirlerimi yatıştırmak için bir sigara yaktım. Özene bezene savurduğum dumanlara bakarken iç ahengimizin de böylesine dağılıp gitmekte olduğunun dehşetle farkına vardım. Behçet’le kesin konuşma kararıyla yerimden fırladım. Kendisini bilgisayara o kadar kaptırmıştı ki girdiğimi fark etmedi bile. Tam o sırada telefonu çaldı. Arayan bir iş arkadaşıydı her hâlde. Hararetli bir konuşmaya daldı. Bir süre bekledim. Konuşma uzayınca yutkunup çıkmak zorunda kaldım. Canım fena sıkılmıştı. Tanrım! Bunca iletişim ağı içindeyken kocamla konuşma fırsatı bulamıyordum!..
Tezgâhı silerken bardağın içine saldığım yaprağa gözüm ilişti. Suyun olanca desteğine rağmen vakitsiz karşısına çıkan kaçınılmaz sonu sessiz bir ağıtla kabule hazırlanıyordu. Bütün dava gövdeden ayrılmamak, dalından kopmamaktı; bağları bir çelik gibi sağlam tutmaktı… Ama nasıl? Engelleyemediğim bir damla yanağımdan süzüldü. Hepimiz doğanın bir parçasıydık. Şaşmaz doğa yasaları hepimiz için geçerliydi.
Yaprak sadece küçük bir misaldi.
Hayat incecik damarlarından çekilirken ihtişamlı gövdenin ve güzelim dallarının rüyasına dalmış gibi vakur bir teslimiyet içindeydi.
Birden müthiş bir yalnızlık duygusuyla kendimi boşlukta hissettim. Birkaç yıl önce art arda kaybettiğim annemin ve babamın özlemi kavurucu bir ateşle sardı yüreğimi. Keşke sağ olsalardı da onlara içimi dökebilseydim! Öğütlerini alabilseydim!.. Veya en azından duygularımı paylaşabileceğim, sımsıkı sarılabileceğim bir kardeşim olsaydı.
İş yapamayacağımı anlayınca mutfaktan çıktım. Behçet hâlâ telefonda konuşuyordu. Ayaklarım beni tavan arasına götürdü. Eski eşyaları karıştırırken sanki geçmişe sığınır gibi elime geçirdiklerimle ilgili acı, tatlı anılarımı hatırlamaya çalıştım. Ellerim garip bir heyecanla titreye titreye okul eşyalarım ve defterlerimle dolu sandığı açtım. Kimi hüzün, kimi mutluluk, kimi esef gibi karmakarışık duygularla her şeyi bir bir elden geçirdim. Biraz önce beni allak bullak eden yalnızlık duygusunun isteksiz isteksiz gerilediğini fark ettim.
Bunlar, yaşanmış bir hayatın kökleriydi; en güzel yıllar, arkadaşlıklar, dostluklar… Yaşamayı ilk özümlediklerimdi…
Bir ara ortaokul arkadaşlarıma ait bir hatıra defteri elime geçti.
Heyecanla açtım. Minicik pul resimlerinden o güzelim çocukları bir bir hatırlamaya çalıştım. Ayşe… Berrin… Meral… Sevil… Ürkek parmak uçlarımla okşadım hepsini; “Ah canlarım!” dedim içimden, “Kim bilir şimdi nerelerdesiniz? Nasılsınız?”
Sayfaları çevirirken birden o zamanlar çok samimi olduğum (ne yazık ki şimdi bütün bütün unuttuğum) sıra arkadaşım Nilgün’ün soluk resmi ve kargacık burgacık yazısıyla karşılaştım. Heyecanla okumaya koyuldum.
“Canımdan çok sevdiğim Selma, hayatın sarp ve dikenli yollarında sağlık, başarılar ve mutluluklar diliyorum. Sepet sepet yumurta, sakın beni unutma! Unutursan döverim; gözlerinden öperim. Seni hiç unutmayacak olan arkadaşın: Nilgün”
Unutulmamak mı?.. Tanrım! İhtiyaç duyulan bir şeyle böyle umulmadık bir anda karşılaşmak ne güzel!
Nilgün’ün solgun, güleç resmine gülümseyerek baktım. Yüreğimi ılık duygularla birlikte hüzün sardı. Dile kolay, aradan nerdeyse kırk yıl geçmişti. Bir ömür yani…
Bu zamanı bilinçli olarak düşününce ürperdim.
“Hayatın sarp ve dikenli yollarında” içim, dışım; her yanım yaralanarak nasıl da zorlu bir mücadele vermiştim! İşlerimizi yoluna koyma yolunda çektiklerimiz, kocamla uyuşmazlıklarımız, boşanışımız, bunalımlarımız, sonra tekrar evlenişimiz, tek çocuğumuza dört elle sarılışımız, ölümler, hepsi bir sinema şeridi gibi geçti gözümün önünden…
“Unutursan döverim…”
Nilgün’ü, o sevecen, şen şakrak arkadaşımı masum tehdidine rağmen unutmuşum.
İçimi çekerek bu defa onunla ilgili anılarımı hatırlamaya çalıştım. Aş-ekmek derdinin olmadığı, bir söyleyip iki güldüğümüz o saf ve sorumsuz öğrencilik yıllarımı…
Ne çabuk geçmişti!
Nilgün’le içtiğimiz su ayrı gitmezdi. Bir dargın bir barışık hâllerimizle, derslerde yaptığımız muzipliklerle, masum flörtlerle yeni yetmeliğin tadını nasıl da çıkarırdık!
Haklıydı Nilgün!
Onca saf ve içten anıları paylaştığımız insanı (sakın ha!) unutmamalıydım!
Yüreğimin hüzün titreyişleri arasında patlayan merak ve özlemle Nilgün’ü neredeyse arayıp bulmak isteğine kapıldım.
Paldır küldür aşağı indim. Eski, yeni bütün telefon defterlerimi karıştırdım. Beni eski arkadaşıma ulaştırabilecek dızdığının dızdığı dış kapının mandalı bütün kişileri aradım. Neden sonra hiç ummadığım bir arkadaşımdan bir ipucu yakaladım. Nilgün’ün halasının kızı onun uzaktan bir akrabasıymış. Sağ olsun, o da aradı taradı, neticede bana Nilgün’ün telefon numarasını bulup verdi. Ankara’da oturuyormuş.
Elimde numarayla bir süre kalakaldım. Bayağı heyecanlanmıştım. Beklemediği sürprizim karşısında onun atacağı sevinç çığlıklarına, uzun sitemlerine hazırlamaya çalıştım kendimi. Ona neler söyleyeceğimi düşünerek bir süre salonda gezindim.
Sonra, telefonu elime alıp içim içime sığmaz bir hâlde tuşlara bastım. Uzun bir bekleyişten sonra açıldı. Canı sıkılan bir kadın “Alo!” dedi boğuk ve isteksiz bir sesle. Bu, Nilgün olamazdı!
-Nilgün Hanımı rica ediyorum!
Aynı isteksizlikle. “Benim!” dedi kadın.
Şaşkınlığım hayal kırıklığına dönüştü. Bir süre ne diyeceğimi bilemedim. Neden sonra, “Nilgün!” dedim, “Benim… Selma!”
-Hangi Selma?
İçim cız etti. Bir an telefonu kapamak istedim. Elim varmadı. Kekeledim:
-Ortaokuldan… Sıra arkadaşın. Seksen sekiz Selma!
Bir süre ses gelmedi. Hatlar koptu sandım. “Alo!” dedim telaşla. Karşımdaki kadın ilgisiz, heyecansız, basmakalıp bir ses tonuyla konuştu:
-Nasılsın?
Bütün vücudum buz kesildi. Kırk yıl sonra bu duygusuz karşılama olacak şey değildi! Belki tanımamıştır düşüncesiyle sordum:
-Beni tanıdın mı?
Aynı tavırla sürdürdü konuşmasını:
-Elbette tanıdım. Sıra arkadaşıydık.
Dayanamadım, uzun uzun sitem ettim. Toparlandı:
-Kusura bakma hayatım, dedi, hem çok şaşırdım: Hem de hiç keyfim yok! Fena hâlde migrenim tuttu. Bir yandan menopoz sıkıntısı, bir yandan ölüm acısı…
-Hayrola?
-Bir ay önce kocamı kaybettim.
Tokat yemiş gibi sersemledim. Sitemlerimden utandım. “Ah canım!” dedim içim sızlayarak, “Başın sağ olsun!.. Hasta mıydı?
-Ani bir enfaktüs işte!… Tam rahat edeceğimiz sırada öyle bir sille yedim ki sorma!.. Kendime gelemiyorum bir türlü! Sinir tedavisi görüyorum.
Yazıklanmaktan başka ne diyebilirdim?
-Vah canım! Geçmiş olsun!.. Çocuğun var mı?
-Bir oğlum var. O da Amerika’da. Birkaç günlük izinli geldi, gitti. Yapayalnız kaldım işte!
-Annen, baban?
-Yıllar önce kaybettim. Bunca çalış, çabala; eziyet çek, sonunda sıfıra sıfır elde var sıfır. Hayat a- cımasız…
Öyle bir ağlayış tutturdu ki içim parçalandı. Ne diyeceğimi şaşırdım. O da daha fazla konuşacak durumda değildi. Zorlukla “Nolur sonra konuşalım!” diyerek telefonu kapadı. Kalakaldım.
0 sırada içeri giren Behçet, benim alllak bullak hâlimi görünce durakladı, “Hayrola! Ne oldu?” diye sordu.
-Eski bir okul arkadaşıma telefon etmiştim. Kocasını kaybetmiş. Doğru dürüst bir teselli bile edemedim.
-Olan olup, giden gittikten sonra teselli neye yarıyor ki zaten?
Herhangi bir şey söylememe fırsat bırakmadan saatine baktı, “Ben çıkıyorum.” dedi.
-Nereye?
-Ofisten bir arkadaşla buluşacağım. Akşama geç gelirim. Allahaısmarladık!
İkinci kez öylesine bozulmuştum ki “Güle güle!” bile diyemedim.
Daire kapısı kapandığında müthiş bir ürküntüyle sarsıldım. Herkes tarafından terk edilen, kurumaya yüz tutmuş bir gövdenin acısını duydum içimde. Öylesine boş ve çaresizdim ki!..
Sanki kader birliği ettiğimiz yaprağı görmek için telaşla mutfağa geçtim. Zavallı yaprak hayata karşı direnişini yitirmiş, çürümeye teslim olmuştu. Artık ona kimse yardım edemezdi. Kulaklarımda Nilgün’ün sesi uğuldamaya başladı: “Sıfıra sıfır, elde var sıfır!”
İskemleye çöktüm. Boğazıma düğümlenen hıçkırıkları salıverdim…