Güneşli ve sıcak bir yaz günüydü. Şehrin meydanındaki saat, öğle sonu ikiyi gösteriyordu.
K.’nin dağ köylerinden, on-on bir yaşlarında, iri kara gözlü, işlemeli sarı bir mintanla şayak bir şalvar giyinmiş, genç irisi bir çocuk, elinde tabancası, herkesin şaşkın bakışları arasından hükümet konağına doğru koşuyordu. Çocuğun iki-üç yüz metre kadar gerisinden babasıyla amcası, onu hızlı adımlarla izliyorlardı.
Çocuk hükümet konağından içeri girince yavaşladı. Koridordan sola saptı. Daha önce kendisine gösterilmiş olan kapının önünde durdu. Yaşlı odacı, tahta bir sandalyenin üzerinde uyukluyordu. Çocuk usulca kapıyı açıp içeri girdi. Savcının bir şey sormasına meydan vermeden,
-Namusumu temizledim. Teslim oluyorum. İşte tabancam, diye tabancayı masanın üzerine koydu.
Savcı, acı acı başını salladı. Zile bastı. Odacı göründü.
Savcı,
-Parmak kadar çocuk elinde tabancayla içeri giriyor da senin haberin olmuyor, dedi.
Odacı,
-Dalmışım nedense, diye başını yere eğip bekledi.
-Emniyet amirini çağır bana!
Odacı,
-Baş üstüne, diye çıktı.
Çocuk, alnındaki terleri silerek kapıya bakıyordu. Savcı, çocukla göz göze gelmemek için bakışlarını uzak bir noktaya dikmişti.
-Tabancayı kim verdi sana? diye sordu.
-Kimse vermedi, ben kendim aldım.
Savcı, kendi çocuğuyla konuşuyormuş gibi yumuşak bir sesle,
-Doğru söylemiyorsun, dedi.
Çocuk, bir an durakladı. Sonra titreyen bir sesle,
-Doğru söylüyorum, dedi. Tabancayı kendim aldım. Aldığımı da kimseye söylemedim.
-Öldü mü?
-Öldü ya.
Savcı, çocuğa, bir sandalye gösterdi. Sonra telefon numaralarını çevirdi.
-Merhaba doktor, dedi. Sana iş çıktı. Kızı öldürmüşler. Hiç sorma içim parçalanıyor. Bir saate kadar gelir misin? İyi, bu işi bugün bitirelim.
Çocuk, sandalyeye büzülmüş oturuyordu.
Savcı,
-Severdin onu değil mi? dedi.
Çocuk ağlamaklı bir sesle,
-Çok severdim, dedi. Beni o büyütmüş. Bu işler olmasaydı keşke.
-Hangi işler?
-Namusumuzu lekelemeseydi.
-Namus dediğin ne senin? diye sordu.
-Ne olacak? dedi çocuk. Bacıdır, anadır namus.
Bunca yılın savaşıydı. Hâlâ önüne kadınlarla, kızlarla ilgili bir olay geldiğinde içi titrerdi. Kız kaçırmalar, genç ve kimsesiz kadınların kötü yollara itilmesi ve bu yüzden cana kıymalar büyük yara açıyordu yüreğinde. Bu seferki ise hiç kapanacak gibi değildi. Daldı, yargı saatini düşündü. Mübaşirin koridoru inleten sesi çınladı kulaklannda:
-Ali Avcı, Bahar Dağyeli, Cuma Dağyeli!
Jandarmalar, Ali’nin kelepçelerini çıkarıp içeri yollamışlardı.
Sırım gibi boylu poslu bir gençti Ali. Yüzünde hafif morluklar görülüyordu. Tıraşı iyice uzamıştı. Kırmızıya çalan sarı sakalları ve bıyıklan vardı. Ağzı ve burnu çok biçimliydi. Mübaşirin gösterdiği yerde, başını önüne eğip durdu. Kimseye bakmak, kimseyle karşılaşmak istemiyordu sanki. Bahar girerken, kapıya çevirdi gözlerini. Sevgiyle baktı ona.
Ali’den sonra Bahar Dağyeli içeri alındı. Gözleri, bütün güzelliklerini gölgeleyecek derece güzeldi. İri, yeşil gözlerdi bunlar. Kirpikler uzun, kaşlar yay gibiydi. Orta boylu ve hafif tombulcaydı. Sırtında mavi ve pembe çiçekli bir bluz vardı. Kara bir şalvar giyinmişti. Fesinin üzerine sarı işlemeli pembe eşarp sarmıştı. Avcılardan kaçmış yaralı bir ceylan gibi ürkekti.
Baharla birlikte babası Cuma Dağyeli de içeri alınmıştı. Adamın yüzü karmakarışıktı. Elli yaşında olduğu hâlde altmışında gibi gösteriyordu. Saçı sakalı erken ağarmıştı. Başı yerdeydi hep. Bir kez olsun kızından yana bakmadı. Belli ki kederli ve kızgındı. Olanları değil de olacakları düşünür gibi bir durumu vardı.
Savcı, oturduğu yerden,
-Yazık, çok yazık! Her şey ne güzel olabilirdi, diye düşündü.
Gerçekten, mutluluklarla mutsuzluklar arasındaki yol birbirine ne kadar yakındı. Küçük bir yanlış, ne pahalıya mal oluyordu şu insancıklar için… Ve her yanlış atılan adımın karşılığını mutlaka ödüyorduk.
Emniyet amiri girdi içeri. Kırmızı yüzlü bir adamdı.
-Götürün şu çocuğu amir bey, dedi savcı. Bu akşam uygun bir yerde gözaltında tutun.
Sonra odacıyı çağırdı:
-Abdullah Efendi, kalemden bugünkü kız kaçırma dosyasını getir bana.
Az sonra dosya önündeydi. Sayfaları çevirdi. Ali Avcı’nın ifadesine takıldı gözü. Beş yıl hapis cezası. Neydi bu delikanlının suçu?
“Ben sevmişem onu.” demişti Ali. “Kimsenin sevemeyeceği kadar sevmişem, bir canın dayanamayacağı kadar sevmişem. Çocuk yaştan başlamış bende bu sevgi. Ben büyümüşem sevgi büyümüş. Onu her gördüğümde içim ışıldamış, ırmak ırmak olmuşam, ölüp ölüp dirilmişem. Açmamışam derdimi kimselere. Niye derseniz efendi beylerim, serde yoksulluk var, Cuma Dağyeli bana kız mı verir? Cuma Dağyeli’ne verecek başlık parası bende ne gezer. Beni yakan bu olmuş biraz da. Gömleğimi yakıp
ateşine ısınmışım. Neyim varsa verirdim olsa. Bütün Çukurova benim olsa verirdim. Bahar’ın güzelliği para, ile mal ile ölçülmezdi… Ama elden ne gelir? Bir yandan batası yoksulluk, arkasızlık, bir yanda yakan bir sevgi.
Sonra görmüşem ki, Bahar da benim gibi, her karşılaştığımızda kızarıp bozarır. Gül gül olur yanakları. Bir şeyler söylemek ister söyleyemez. Allah’ın bildiğini kuldan ne saklayayım: Kaçırsam gelir mi diye düşünmüşem çok. Kaçmak efendi beylerim, kaçmakla iş bitmiyor ki. Kaçıp da nereye gideceksin? Kız kaçırmak yoksul harcı değil. Devletin kolu da uzun, nereye gitsen yakalar seni. Olmaz derim kendi kendime, işte bu hiç olmaz. Dağlara vururum kendimi, tepelere tırmanırım. Unutmak isterim, unutamam. Nereye gitsem Bahar’ın gözleri karşımda, benimle gelir nereye gitsem.”
“Askerlikte öğrenmişem: ceza diye bir şey var, mahpusluk var. Sevgi de var ama. Sevgi gelende neler olmaz? Halk tefe koyup çalar adamı. Kendimi yatıştırmaya çalışırım hep. Bilirim ki benimkisi amin denilecek dualardan değil efendi beylerim. Ama bir de duymuşam ki, Cuma Dağyeli, Bahar’ı Bilal Ağaya söz etmiş. Bilal Ağa Bahar’ımın dengi mi? Bahar yaşta çocukları var Bilal Ağanın. Gel sen sen ol da dayan artık. Tedbir mi kalır insanda? Bahar’ı derseniz, kuma üstüne bu yaşlı adama gitmem, beni bedelime verin diyemez. Babası öyle ferman etmiş bir kez. Haber salar kaçırsın beni diye. Ne denir artık. Bir gece yarısı düşmüştük yollara. Ver elini Antep şehri.”
Yargıç Bahar Dağyeli’ne sormuştu:
“Bu Ali Avcı’nın söylediklerine bir diyeceğin var mı?”
Bahar Dağyeli, derin bir göğüs geçirerek,
“Ne diyeceğim olsun.” demişti, “Büyüklerimizin bizi bağışlamalarını diliyoruz. Bir cahillik ettik, ince ibrişim yumağı bir çalıya dolaştı.”
Cuma Dağyeli katı ve durgundu. Yüzü karanlık bir ayna gibiydi. Bağışlamak mı? Bir adları iki olmuştu. Bağışlamakla bir şey değişmezdi ki. Her şeyin bir yolu yordamı vardı sonra: böyle duruşmalarda kız babasına hayvan, para, toprak gibi ağırlık verilmeden bağışlamak mı olurdu hiç…
Birkaç tanık dinlenmişti. Bu zavallı tanıklar, gördüklerini, duyduklarını değil, daha önceden kendilerine öğretileni söylemişlerdi.
Tanıklar dinlendikten sonra avukat Yarma söz isteyip, “Bahar’ın henüz evlenecek ve evlenmeye karar verecek çağda olmadığını, tanıkların ifadelerinden de anlaşıldığı üzere sürekli olarak Ali Avcı tarafından ayartıldığını ve zorla kaçırıldığını, korkutulduğu için kızın gerçeği söylemekten çekindiğini” belirtip “Ali Avcı’nın cezalandırmasını ve Bahar Dağyeli’nin ailesine teslim edilmesini” istemişti. Savcı, avukat Yarma’nın çok uzun süren konuşmasını dinlerken kusacak gibi olmuştu. Bahar Dağyeli’nin Bilal Ağa’ya söz kesilip kesilmediğinin araştırılmasını hatırlatmıştı. Yargıcın “Böyle bir şey oldu mu?” sorusuna, Cuma Dağyeli karşılık vermişti:
“Tevatür bunlar.”
Mahkeme koridoru, dinleyici salonu ağzına kadar dolmuştu. Kapılardan, pencerelerden ikide bir şapkalı başlar uzanıyordu. Bizim halkımız, namus konusunda çok titiz ve meraklıdır doğrusu. Bir şeyin nasıl ve nerede olduğunu iyice bilmek ister. Duyduklarını beğenmezse onu yeniden yaratır, eksik kalan yerleri kafadan tamamlar. Yamrı yumru ne hikâyeler çıkar ortaya. İşte yine herkes merak kesilmişti. Soruyorlardı hep: “Zorla mı yapmış, nerde nasıl olmuş bu iş?” Bu sorulara verilen karşılıklar da, uydurma şeylerdi hep. Belli ki söylentiler, bir çığ gibi kasabayı ve köyleri dolaşıp değişe değişe tanınmaz hâle gelecekti. İşsizlerin ve tembellerin doldurdukları kahvelerde herkes hikâyeyi yeniden yazacaktı.
Savcı, bir sigara yaktı. Dosyayı kapattı. Artık okumasına gerek yoktu. Her şey o kadar canlı, o kadar yeniydi ki…
Kararın okunmasından sonra iki jandarma, Ali Avcı’nın bileklerine bir kelepçe geçirerek götürmüşlerdi onu. Son kez bakmışlardı birbirlerine. Bahar, onun ardı sıra gitmek istemiş, adım atacak gücü kendinde bulamamıştı. Donmuşçasına kalakalmıştı olduğu yerde. Ağlayamıyordu da, gözlerinde yaş kalmamıştı artık. Ne olacaktı durumu şimdi? Mahkeme, onu da babasına veriyordu. Hayır bu olamazdı işte, olmamalıydı. Koskoca hükümet, onu ölüme yollayamazdı. Bu karara karşı diyeceği vardı elbette. Bahar, ilkokulda öğrendiği üzere sağ elini havaya kaldırdı. Yargıç, önce, ak bir güvercin yavrusu gibi havada çırpınan bu eli görmezlikten geldi. Sonra sabırsızlığını belli eden bir tavırla,
-Karar verildi kızım, dedi. Baba evine döneceksin.
Bahar, yargıcın bulunduğu makama doğru birkaç adım atarak, başka kimsenin duymasını istemiyormuşçasına,
-Beni aileme vermeyin, diye yalvardı. Daha köye varmadan öldürürler beni. Kanıma girmiş olursunuz.
Yargıç, bu sözler karşısında şaşırmıştı. Bir Bahar’a, bir Cuma Dağyeli’ne baktı.
-Duydun mu Cuma Ağa? dedi
-Duydum beyim. Ham beyin ne söylediğini biliyor mu ki?
Yargıç, Bahar’a seslendi bu kez:
-Merak etme kızım, ben burada oldukça kılına bile dokunamazlar. Adaletin kolu uzun ve güçlüdür.
-Ben öldükten sonra güçlü olmuş, zayıf olmuş neye yarar ki. Yaşatmazlar beni, vebalim hepinizin boynuna.
Bu sözler savcının yüreğine ateşten ok gibi saplanmıştı. O da Cuma Dağyeli’ne eğilerek,
-Bak Cuma Ağa, demişti. Sen akıllı bir adama benziyorsun. Çocuğunu incitme. Hiçbir suç cezasız kalmaz onu da bil.
Cuma Dağyeli, başını yere eğerek,
-Ne dediğini bilmiyor bu çocuk, demişti. Bir baba yavrusuna nasıl kıyar beyim?
Sonra sesini yumuşatmaya çalışarak,
-Haydi kızım, diye Bahar’ın koluna girmişti. Beylerimizin çok görülecek işleri var daha.
Bahar’ın hafif direnişi karşısında onu sürüklercesine dışarı çıkarmıştı.
Yazıcı, başka bir dosyayı açarak mübaşire yeni iki ad vermişti. Mahkeme koridoru, dinleyici salonu iyice boşalmıştı. Bütün kalabalık gidenleri izleyip dağılmıştı.
Baharın bir koluna babası, bir koluna amcası girmişti. Sessiz ve ileri bakarak hızlı adımlarla yürüyorlardı.
Bahar acı dolu bir sesle,
-Bırakın, ben kendim giderim, dedi.
Babasıyla amcası kollarını gevşetmedikleri gibi karşılık da vermediler. Bir çarşıdan geçtiler. Dükkânlardan kebap kokuları yayılıyordu. Onları izlemekte olan meraklı kalabalık değişe değişe azalıyordu. Sonunda bir çocuklar topluluğuna dönüştü.
Hava sıcak ve tozluydu. Camiden çıkarılmakta olan bir cenazeye saygı olsun diye bir an durakladılar. Baharın dudakları bir şeyler mırıldanır gibi oldu. Camiden sonra bir çeşme vardı. Bahar, küçükken, kasabaya her gelişlerinde koşup bu çeşmeden sular içer, ellerini, yüzünü yıkayıp serinlerdi.
-Susadım baba, dedi.
Babasıyla amcası, duymazlıktan geldiler onu. Bahar, silkindi,
-Kurbanlık koyuna bile kesmeden önce su verirler, diye söylendi.
Babasıyla amcası, gözlerini çevirerek birbirlerine baktılar. Babası, hafiften başını salladı. Çeşmeyi geçmişlerdi, geri döndüler. Bahar’ın iki yanına dikilerek kollarını bıraktılar. Kız, çeşmenin taş oluğuna dudaklarını dayadı. Suyun serinliğini yüzünde duydu. Gözlerinden iki damla yaş karıştı çeşmenin sularına. Doğruldu, suyun aynasında kendi yüzünü ve saç örgülerini gördü. Sulara karışıp akmak geldi içinden. Babasıyla amcası yeniden kollarına girdiler. Aynı yürüyüş başladı yeniden. Kasabanın son evlerine doğru yaklaşıyorlardı. Bahar, ölüme doğru sürüklendiğini biliyordu. Neyse ki muradına ermiş sayılırdı. Ölüm, Bilal Ağa’nın karısı olmaktan daha iyi göründü ona. Ama nasıl öldüreceklerdi onu? Kafasına takılan nokta buydu hep. Karaca kocanın kızı Gülüzar’ı boğduklarını duymuştu. Nasıl şeydi boğulmak?
-Anamı göremeyecek miyim? diye sordu birden.
Gene karşılık alamadı. Adımlar, giderek hızlanıyordu. Babasıyla amcası bir an önce kasabadan çıkmak ve uzaklaşmak istiyorlardı. Yargıç, “adaletin kolu uzun ve güçlü” demişti. Hani neredeydi o uzun ve güçlü kol? Ölümleri önlemekten çok, ölümlerden sonra ceza ve dehşet saçmak için mi uzanıyordu? Ali’yi düşündü. Ali’yi düşünmek rahatlatıyordu onu. Kendi kendine “beş yıl ne ki?” dedi. “Beş yıl sonra çıkar, daha yiğitleşmiş olur. Öcümü almayı düşünür mü ki? Benim yerime Zeliha’yı alsın isterdim. Zeliha iyi kız.”
Yüzüne akan gözyaşlarını silmek istedi. Kolunun birini çekmeye çalıştı. Bileğini tutan el, bırakmadı onu, daha da sıkılaştı. Öteki kolunu denedi, başaramadı. Yüreğine bir bıçak gibi, işkence ve ölüm korkusu saplandı birden. Titredi, sağına soluna bakındı. Sokak ıpıssızdı. Biraz sonra, kasabanın son kerpiç evleri de gerilerde kalacak ve umut kapıları kapanmış olacaktı. Bir kez daha gerilerek kollarını kurtarmak istedi. Daracık ayakkabının içinde ayaklan da ezilmişçesine ağrıyordu. Ayakkabılarını çıkarıp eline alsa rahatlayacaktı biraz. Durakladı, olduğu yerde çöküp kaldı. Babasıyla amcası, onu kollarından havalandırarak sürüklemeye başladılar. Ayakkabılarından biri çıktı. Ayakları yerlere çarpa çarpa götürüyorlardı onu. Bahar, dayanamadı, sesinin var gücüyle,
-Can kurtaran yok mu? Öldürecekler beni, dağlarda öldürecekler! diye bağırmaya başladı.
Kapılardan, pencerelerden örtülü başlar uzandı. Duvar diplerinde oynamakta olan birkaç çocuk koşuştu. Babasıyla amcası, adımlarını daha da hızlandırdılar.
-Sus lanet! diye azarladı onu babası.
Ama susmadı Bahar, susamadı. Arkasında gökyüzünü çınlatan çığlık yumakları bıraka bıraka uzaklaştırıldı.
Son evler de geçildi. Kasaba bitti. Bahar, öteki ayakkabısını da çıkarmıştı. Ayakları üzerinde yürüyordu artık. Kasabadan sonra bağlar ve zeytinlikler başlamıştı. Bundan sonra giderek ıssızlaşırdı yol. Sonra derin bir vadinin arasından dağların yamacına doğru tırmanırdı. Bu saatlerde ne giden, ne gelen olurdu. Kuş sesleri ve dal hışırtıları duyulurdu yalnız. Kimi zaman kayalıklardan çalılıklara doğru bir yılan kayar ve çalılıklardan ürkmüş bir tavşan fırlardı. Yazın, yolun iki yanında birbirlerine küt küt vurarak ilerleyen kaplumbağalar görülürdü. Her mevsim, yamaçlardaki bağlarda ve zeytinliklerde çalışan birileri bulunurdu.
Kardeşi oradaydı işte, büyük amcasıyla birlikte, yolun kenarındaki bir zeytin ağacının altında onları bekliyordu. Gelenleri uzaktan görünce kusacak gibi olmuştu. Oysa amcası onu saatlerce hazırlamıştı. Abasının altında tuttuğu tabancayı çıkararak emniyeti çevirdi. Çocuğa uzattı.
-Atışa hazır, dedi. Duraklama yok ha, göster kendini.
-Niye bağırıyor bu?
Amcası kararlı bir tavırla,
-Duymayacaksın, diye karşılık verdi.
Çocuk, tabancayı aldı. Ürkek ürkek doğruldu.
-Haydi bakalım şahinim, dedi amcası, göster kendini!
Çocuk onu duymamış gibi gelenlere bakıp duruyordu.
Amcası kızgın bir sesle,
-Ne duruyorsun koca eşek, dedi. Yoksa?…
Çocuk, tabancayı iyice kavrayarak gelenlere doğru koştu.
Bahar, tanıdı onu. Çığlığını kesip sustu. Kardeşine daha iyi görünmek istiyordu. Kardeşi yaklaştıkça, içine ılık bir şeyler doluyordu. Çok severdi onu. Kaçacağı gece, en son onun başucuna gidip alaca karanlıkta uzun uzun yüzünü seyretmişti.
Bahar’ın kollarını açıp ona doğru koşmak geldi içinden. Solgun yüzünde hafif bir umut aydınlığı belirir gibi oldu. Çok emeği vardı bu kardeşinde. Onu kucağında, sırtında büyütmüştü. Daha sonra iki oyun arkadaşı olmuş ve kendi kendilerine yarattıktan bir düş havası içinde yaşamışlardı.
Çocuk, yavaşladı. Aradaki mesafenin hiç bitmesini istemiyordu.
Bahar, kollarının gevşetildiğini duydu. Birden kendini kurtardı, kardeşine doğru atıldı. Ona kavuşmak, kucaklamak, okşayıp öpmek istiyordu.
Çocuk durdu, geri kaçacak gibi oldu. Başını döndürdü. Büyük amcası, zeytin ağacının altında dikilmiş onu gözlüyordu. Kaçamazdı artık, kaçsa bir daha amcalarının, babasının yüzüne nasıl bakacaktı… Köylüler de ömür boyu onunla alay ederlerdi. Ablası da yaklaşmıştı işte. Aralarında üç-beş metrelik bir mesafe kalmıştı. Çocuk tabancayı ablasına doğru yöneltip tetiğe bastı. Bir patlama oldu. Bahar, sendeledi, bir iki adım attıktan sonra olduğu yere düştü. Doğrulmaya, bir şeyler söylemeye çalıştı. Doğrulamadı. Fesi bir tarafa fırladı, yuvarlandı yolun kenarındaki hendeğe düştü. Bahar’ın göğsünden kanlar fışkırmaya başladı. Sonra tırnaklarıyla toprağı deşeleyerek çırpındı bir süre. Büzülüp küçülerek dizlerini ve kollarına göğsüne doğru çekti. Kalıverdi öylece.
Çocuk, ablasının başı ucuna dikilmiş donuk gözlerle bakıyordu.
Babası, yanına geldi. Çocuğun gömleğinin yakasını yırttı. Her yüzüne bir sille indirerek onu aydı.
-Koş! dedi. Korkma hiç, arkandayız biz.
Çocuk, kötü bir uykudan uyanmışçasına elinde tabancası kasabaya doğru koşmaya başladı. Baba ile amca da onu izlediler.
Az sonra büyük amca, ölünün yanına geldi. Ayağıyla dokundu. Yanında getirmiş olduğu bir çarşafı ölünün üstüne örttü. En yakın zeytin ağacının altına gidip beklemeye başladı.
Savcı, zile bastı. Odacıya dosyayı verdi.
-İbrahim Efendiye söyle, dedi, otopsiye gideceğiz. Yarım saate kadar hazır olsun.
Odacı, dosyayı alıp çıktı.
Savcı, pencereden dışarılara baktı. Uzakta başı dumanlı sıra dağlar uzanıyordu. Ve Bahar, dağlardan dallı bluzunu ve kanlı saçlarını savura savura ona doğru geliyordu sanki…
-Ne var, ne oluyor? dedi savcı.
Bahar, gülümseyerek,
-Davam var, diye karşılık verdi. Yasalarınızdan, geleneklerinizden, usullarınızdan davacıyım.
Savcı, iki eliyle gözlerini ovuşturdu. Kendi kendine,
-Allah Allah, dedi. Yaz gelmeye görsün, bana bir şeyler oluyor hep.