Vurmak ile çarpmak arasında bir gürültü ile kapıyı kapattı, kendini dışarıya attı. Kalbi hızlı hızlı çarpıyor, elleri titriyordu. Yüzü öfkeden kıpkırmızı olmuştu. Gözleri ayaklarına kaydı. Bir tekini tam olarak giyemediği ayakkabısı, ayağında iğreti duruyordu. Elinde bir fazlalık olduğunu hissetti. Hissettiği şey ayakkabı çekeceği idi. Onun yardımıyla ayakkabısını giydi, elini kapının ziline uzattı ama vazgeçti. Şimdi bu çekeceği içeri koymak için kapının zilini çalacak, kapıyı kendisini bu hâle getiren kızı açacak, ya yüzüne öfkeli bir biçimde bakıp, “Ne var?” diyecek ya da hiçbir şey söylemeden yürüyüp içeri gidecek.
“Hiç gerek yok” diye düşündü. Çekeceği, kocaman çantasına, bir sürü lüzumsuz eşyanın arasına attı. Yürüdü, apartmandan çıktı.
Dışarıda ılık bir ilkbahar sabahı vardı. “Mor salkımlar yeşil yaprakların arasına nasıl da yakışmış!” diye düşündü. Derin bir nefes aldı. Her zaman olduğu gibi “yaşamak her şeye rağmen çok güzel”, diye geçirdi içinden.
Böyle olmasını hiç istememişti. O güzel gözlü, berrak tenli kızının kahvaltısını ettirmek, saçlarını taramak, iki yana örgüler örüp birer de güzel toka takmaktı bütün istediği bu sabah. Ama ne olmuş, nasıl olmuştu da birden bir kavga patlamıştı aralarında. Ne onun dediğini kızı, ne kızının dediğini o anlıyordu. Belki dinlemiyorlardı bile birbirlerini. Sadece içlerinde biriken öfkeyi, kızgınlığı boşaltıyorlardı fütursuzca, etraflarında bunu yapabilecekleri başka kimsecikler olmadığı için…
Hava güzel, vakit erkendi. “İşe yürüyerek gideyim bari” diye düşündü. “Hem dolmuş parası cebimde kalır, hem hava almış olurum. Zaten bütün gün o naftalin kokulu, raflara sıra sıra dizili kumaşlarla dolu, iç karartıcı mağazada kasanın başında ayakta durmayacak mıyım?” Aklına kızının sözleri geldi. “Ben senin diktiğin o pantolonu istemiyorum. Arkadaşım markalı bir tane almış. Çok güzel duruyor. Ondan istiyorum.”
Daha geçen hafta da buna benzer bir şeyden kavga çıkmamış mıydı? Niye ikisi de olanlardan ders almıyorlardı? Niye markasız şeyler giyemiyordu bu kız? Niye daha çok parası yoktu? Niye alamıyorlardı markalı şeyleri? Niye üzüyorlardı birbirlerini? Niye? Niye? Niye?
Gözleri doldu. Aslında o elinden geleni yapıyordu. Haftada altı gün, cumartesi dahil o mağazanın kasasında ayakta duruyordu. Patron takıntılı herifin teki! Bir sandalye vermiyordu altına. Neymiş, müşterilere ayıp olurmuş, saygısızlık olurmuş. On iki saat bu, oturmadan olur mu? Arada bir patron görmeden oraya buraya ilişiveriyor. Patronu görünce ayağa kalkıyor hemen. Oturmazsa çok yoruluyor. Oturup da patrona yakalanınca ise çok üzülüyor. “Hay Allah! O kadar durdum da tam oturdum ki patron…” diye diye yiyip bitiriyor kendini.
Geçen ay bir iş çıktı. İlkokul arkadaşı Selami bir teklif ile çıkageldi. “Semiha, hayat çok pahalı. Kocayı boşamak iyi, kızı babasına vermemek iyi, o cimri adamdan bir şey beklememek de çok iyi ama bu bir genç kız. Her şeyi ister. Alamazsan özenir, boynu bükülür, kalbi kırılır, en kötüsü içine atar. Sen annesin. Anneler fedakâr olur. Bak bu iş iyi! Biraz yorulacaksın ama hafta sonunda on milyon kazanmak çok rahatlatır seni” dedi.
“Ne yapacağım?” diye ürkek bir sesle sordu Semiha.
“Hiç canım. Bir otobüs şirketinde hosteslik yapacaksın. Sen pazarları çalışmıyorsun değil mi?”
“Yok. Pazarları mağaza kapalı.”
“Tamam işte. Cumartesi gecesi 24.00 servisi ile İzmir’e veya İstanbul’a hareket edeceksin. Sabaha kadar müşterilere hizmet edersin. Çay, kola, su filan…” Herkes uyursa sen de biraz kestirirsin ama kulağın seste, gözün sinyalde olacak. Bir şey isteyen olursa…”
“Anladım” dedi Semiha. “Sabah kaçta varır oralara otobüs?”
“Sabah erken işte. Bütün gün senin, gezer durursun istanbul’da, İzmir’de. Bir şeyler yer belki biraz kestirirsin. Hiç tanıdığın var mı oralarda?”
“Yok!” dedi Semiha. “Nereden olsun. Kimim var ki bu dünyada?”
“Olmayıversin. Şirketin bir sürü yeri var terminalde. Kestirmeye yer mi bulunmaz? Hem öyle yorgun ve uykusuzken!”
“Peki ya dönüş? Ne zaman döneceğim? Pazartesi sekizde mağaza açılıyor”
“Açılsın canım. Altıda falan olursun Ankara’da. Eve gider bir saat uyur gelirsin işe. Neyine yetmez.”
Hemen para hesabı yapmaya başladı Semiha. Bir ayda dört, bazen beş hafta var. 10 milyondan 40-50 milyon eder. Mağazadan da alıyorum 70 milyon. O zaman kıza hiç “hayır” demek durumunda kalmam. Ama patron duymamalı. Kimse duymamalı.
Sevinmişti. Hiç yoktan ayda 40- 50 milyon. Kim kime veriyor? Allah razı olsun Selami’den…
İlk seferinde çok heyecanlıydı. Cumartesi günü 19.30’da dükkânı kapatmışlardı. Koşar adım çıktı mağazadan, hızlı hızlı evinin yolunu tuttu. Yapılacak çok iş vardı.
Merdivenleri çıkarken nefes nefese idi. Kız gelmiş miydi acaba? Son zamanlarda cumartesi günleri ne zaman evi arasa bulamıyordu kızını. Her bulduğunda da bir sürü ıvır zıvır bahane. “Kitap almaya gitmiştim.” “Arkadaşıma ödev sormak için uğradım. Orada filanlar vardı… İnanmış görünüyordu ama içini de bir kurt kemirmiyor değildi. Biri mi vardı yoksa? Ya kötü niyetli biri ise? Ya o da kendisi gibi bir gençlik hatası yaparsa? Ya onun da dünyası kendisininki gibi kararırsa? Ya o da kucağında minicik bir çocuk ile kalırsa?… Başını salladı. Aklından geçenleri uzaklaştırmak istercesine… Zaten kapıya da gelmişti.
Zili çalmak istedi, vazgeçti. Anahtarı hazırladı. Tam anahtarı delikte çevirecekken kızı kapıyı açtı:
“Hoş geldin anneciğim.” dedi. Dünyalar onun olmuştu. Kulağa ne hoş geliyordu bu sözler!
Bir yandan üstünü çıkarırken bir yandan da kızına durumu anlatıyordu. Yolcuydu bu akşam. Şimdi kazanı yakacaktı. Yıkanırlardı bir güzel. “Hem sen yarın rahat edersin, banyoyla filan uğraşmaz, ders çalışırsın hem benim için iyi olur. Malum bütün gece otobüsün içinde hizmet edeceğim insanlara. Zaten ben de naftalin kokuyorumdur. Temiz kokmak fena mı?”
Yemeklerini yerlerken hayallerini paylaştı kızıyla, alacağı paraların miktarını söyledi. Bu fedakârlığı onun için, ona almak isteyip alamadığı markalı giyecekler için yaptığını söyleyecekti… Yutkundu. Söyleyemedi… Anlamı kalmazdı o zaman ama bekledi kızından “anne bütün haftanın yorgunluğu üzerine iki gece uykusuz yolculuk edeceksin. Nasıl dayanırsın?” desin diye. Kızın da aklından geçti. Geçmedi değil ama diyemedi. Söyleyemedi. Ya vazgeçerse bu güzel, paralı işten…
Günler günleri, haftalar ayları kovaladı. Hafta içi cumartesi de dahil altı gün, naftalin kokulu, oturma yasaklı tezgâhtarlık-kasiyerlik, cumartesi akşamları banyo, çamaşır, yemek, hazırlanma faslı; cumartesi geceleri yolculuk, pazar günleri İstanbul ya da İzmir’de geçen başıboş, anlamsız, amaçsız; bir simitle ve ısmarlandıkça içilen çok sayıda çay ile geçen günler. Pazar geceleri yine hizmet, yorgunluk ve uykusuzluk. Bu arada endişeler, endişeler, endişeler… Koskoca bir pazar bu kız neler yaptı? Ya bir şey olursa korkuları… Heyecanla eve dönüş. Uyuyan kızın yanağına kondurulan bir öpücük, bitkin yatağa düşüş. Bir iki saatlik uyku, sonra yine naftalin kokulu dükkânda ayakta bekleyiş tüm gün.
Yorgunluktan bitmişti Semiha. Bu yorgunluğa rağmen bir türlü kızının isteklerine yetmeyen paraya lanet ediyordu. İşte bugün yine kavga çıkmıştı kahrolası bir bilmem ne marka pantolon yüzünden. Kız anlamıyordu kendisini. Hiç acımıyordu! Hiç çabalamıyordu! Hiçbir şey söylemiyordu, güzel anlamları olan… Belki bir tür intikam idi kendisinden aldığı… Babasız büyümenin hıncıyla…
İş yerine yaklaşmıştı. Başı dönüyor, gözleri kararıyordu. Yorulmuştu artık. Hiçbir şey istemiyordu. Ne naftalin kokulu mağazayı, ne türlü kaprisler yapan o otobüs yolcularını, ne İstanbul’un ne de İzmir’in denizini… Kazandığı paraları sayıp sayıp biriktirmeyi. Kızına “hadi gel canım! Bugün öğle tatilinde buluşup sana filan marka filancayı alalım!” deyip, onun gözlerinde bir anlık mutlu bir pırıltı görmeyi… Oracığa yığıldı… Canı istanbul’a ya da İzmir’e gitmek istemiyordu. Canı mağazaya girmek, otobüse binmek, eve dönmek de istemiyordu. Artık canı istemiyordu. Hiçbir şey istemiyordu. Gözlerini bir daha hiç açmak istemezcesine sımsıkı yumdu. Tükenmişti.